Jagten (The Hunt – Onur Savaşı)
Tam da Kim Ki Duk’un son filmi Moebius‘un sinemalarımızda “Kim Ki Duk’tan Moebius” adıyla gösterime girmesinden bahsediyorduk. Şaka mısınız ? Filmin adına yönetmenin adının eklendiği nerede görülmüş. En fazla “a film by Kim Ki Duk” filan der, ilgili arkadaşlara göz edersin. Veya “Oscar nominated director”, “Oscar winner director” filan dersin cezbetmek adına. Geçelim…
Jagten girdi bir hafta sonra. Film isimlerinin birebir çevirilmesi gerektiği gibi bir kanatim yok elbette. Elin “çattık” dediğine biz “ettik” diyebiliriz. Coğrafya, kültür ve dil farklılıklarından ötürü birebir çevirinin kötü olacağı durumlar vardır. Örneklendirmeye gerek yok. Lakin bu öyle bir şey değil. Danimarkalının Jagten, İngilizin The Hunt, Fransızın La Chasse dediğine Onur Savaşı denmez, dememelisin. Üstelik filmin orjinal adı filme müthiş yakışmış, dolaylı anlatımlara filan da sahip tek başında. Kaldı ki verdiğin isim kötü olmaktan başka filme dair sağlam bir ön bilgi(spoiler) de içeriyor. Filme geçelim…
Filmi izlemeyenleri uyarayım. Duymamanız gereken şeyler duyabilirsiniz.
(Çok sevmesem de, filmin konusunu anlatmak işini geniş zaman anlatımından başka bir anlatımla pek beceremiyorum. Hoş görüle, es geçile)
Arkadaş sohbetleriye, dost meclisleriyle ve geyik avcılığıyla hayatlarına devam eden güzel insanların yaşadığı soğuk bir Danimarka şehri. Çocuklarla arası gayet iyi olan orta yaşlarındaki Lucas öğretmendir ve yalnız yaşıyordur. Okulların tatil olduğu dönemde bir kreşte çalışmaktadır. Sonrasında Lucas’ın en yakın arkadaşının küçük kızının hangi şartlar ve psikoloji içinde söylediği filmin geri kalanında biraz biraz anlaşılan yalanı ile hikayenin seyri değişir. Lucas çevresi tarafından ötelenmeye başlar. Hemen hemen bütün eşi dostu aynı tereddütleri yaşar, aynı sorulara cevap arar. Buldukları cevaplar farklıdır. İnsan kırk yıllık dostunu hakikaten de tanıyamamış olabilir mi ? Küçücük bir çocuk böylesi bir yalan söyler mi ? Söylerse neden söyler ? Lucas hakikaten de bir sapkın mıdır ? Yok, masumsa gerçeği neden yüksek sesle haykırmıyor, isyan etmiyordur ? Mahkemelerin verdiği kararlar kişisel vicdan muhasebesini ne kadar değiştirir ? Çamurun izi hakikaten kalıyor mudur ? Ve saire. Tam da elde güzel sorular olunca güzel tartışmalar türediği gibi bu anlatımdan da güzel, sağlam ve etkileyici bir film çıkıyor ortaya.
Hikaye çok bilindik, haberlerde, gazetelerde hatta belki çevremizde duymuş olabileceğimiz türden aslında. Yalnız yönetmenin konuyu ele alış biçimi, birey ve ait olduğu toplum arasındaki ilişkinin çıkmazlarını, buhranlarını gösteriş biçimiyle sıradanın çok dışında. Bazen bir atasözü havasında “Hayat atasözlerinin haklılığına şahit olup durmaktan ibaret çoğu kere” denilebilir hani. Jagten bizim kültürümüzde yer etmiş pek çok atasözü ve deyimi ilkokul kitaplarımızda okuduğumuz metinlerin sonunda yer alan “metinden çıkarılacak dersler” bölümünde olduğu gibi özetlemiş hissi uyandırdı bende. Küçücük bir kızın bambaşka maksatlarla söylediği bir yalanın bütün bir erişkinler dünyasını alt üst etmesi “Bir deli kuyuya taş atar kırk akıllı çıkaramaz” gibiydi. Lucas’ın üstüne yapışan suçlama ve aleyhinde hiç bir delil olmamasına ve mahkemede aklanmasına rağmen, toplum nezdinde “elini kolunu sallayarak gezen” bir suçlu muamelesi görmesi “Adın çıkar dokuza, inmez sekize” gibiydi. Ya da cinsel taciz iddiası karşısında küçük bir kız çocuğuna mı yoksa kırk yıllık ahbabları Lucas’a mı laf konduramayacaklarını şaşıran ahalinin durumu “Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık” gibi. Bir de akıllarda soru işareti bırakan son sahne ile bütün bir film boyunca Lucas’ın masumiyeti konusunda taraf olan, tüm şüphelerden uzak izleyiciye de “Bekara karı boşamak kolay” der gibiydi…
Oyuncu seçimleri karakter ve çehre uyumu açısından çok yerinde. Mesela başrol oyuncusu Mads Mikkelsen(Lucas), hakkında bilinenleri her an ters yüz edebilecek soğuklukta bir yüze sahip. Öte taraftan kemikli yüz hattıyla da kararlı bir izlenim veriyor. Ne öyle bir seri katil ruhu ya da bir cinsel sapkınlık, ne de ensesine vur lokmasını al saflığı taşıyor. Tam arada, tam dengede bir duruş. Ki 2012’de Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almış da zaten. Ya da küçük kızı canlandıran Annika Wedderkopp (Klara) o psikolojik gerilim-korku türü filmlerinden alışık olduğumuz hafif sinsi, hafif bebeksi küçük yüzüyle istemsiz kötülükler, akla gelmeyecek işler yapabilecek potansiyele sahip çocuk havasını çok rahat ifade etmiş. Ne kadar iyi oynandığını destekelemek adına şu daha ilginç kendi adıma; filmin gerilim uyandırmak, hikayeyi çetrefillendirmek gibi bir derdi olmadığını, asıl ortaya koymak istediğinin bunlardan çok başka şeyler olduğu bildiğiniz halde filmden sonra kendinizi alternatif hikayeler üretirken bulmak. Hani tam da ucu açık bırakılmış bir psikolojik gerilim türü filmden sonra olmayanı varmış, olanı öyle değilmiş gibi yorumlamaya çalışmak gibi.
Film 2012 yapımı olmasına karşın 2014 yılı için Danimarka’nın Oscar aday adayı imiş. Yolu açık olsun. Niyetlenip de gidecek olanlar çok niyetlenmesin. Zaten bir kaç salonda gösterilen film haftaya, olmadı diğer hafta kalkar gösterimden. Zira çok müthiş filmler filan bekliyor sırada.
son sahne ile bütün bir film boyunca Lucas’ın masumiyeti konusunda taraf olan, tüm şüphelerden uzak izleyiciye de “Bekara karı boşamak kolay” der gibiydi… bu cümle kadar saçma bir cümle duymadım gördüğüm tüm eleştirilerde.Dayanamadım yazmak istedim.Filmden bir halt anlamamışsın kardeşim.Bir an önce eleştirmeyi bırakman gerekli.Böyle ******* fikirlerinin filmdeki gibi yayılma olasılığı var.Toplumu zehirlemeyi bırakırsan herkes için iyi olur.