ArÅŸiv

Yazar ArÅŸivi

Kaptan Fantastik – Captain Fantastic

Pazartesi, 28 Kas 2016 Yorum yapılmamış

captain fantastic, kaptan fantastik

[Geniş zaman anlatımın başı]
Ben(Viggo Mortensen) ve altı çocuÄŸu ormanın içinde insanlardan, medeniyetten ve tabî ki moderniteden uzak bir hayat sürmektedirler. Sistemin dışındadırlar. Ben, altı çocuklu bu ailenin hem babası, hem de son derece donanımlı-entelektüel öğretmeni ve lideridir. Ben’in karısı ise ÅŸehirdeki bir hastanede bipolar bozukluk tedavisi görmektedir. Fakat gün gelir karısı ölünce ve cenazeye gitmeleri icab edince bu sistem karşıtı düzen sarsılmaya, iÅŸler karışmaya ve kendi kurdukları bu hayatın deÄŸer yargıları ve düşünce biçimleri ile mevcut toplumunkiler çatışmaya baÅŸlar…
[Geniş zaman anlatımın sonu]

Bir filmin vaadi özetinde veya fragmanındadır. Ne alâ mesele, ne alâ hikaye değil mi özetteki ? Acaba bu hakikaten çetrefilli meseleye ne dair ne söylemiş, ne göstermiş, ne imâ etmiş olalar diye meraklanıyor insan.

Sinema dediğinin, ya da daha geniş ifadeyle sanatın büyük kısmı imâdır. İmâ engindir, geniştir. Düşündürür, hissettirir. Zorlar insanı. Her kafada başka resimler çizebilir. Arayışa sevkedebilir. Görünenin ötesini aralayabilir. Doğrudan söylemenin, hele hele doğrudan bir takım çok bilindik, hatta neredeyse sloganik ifadeleri kâfi miktarda karakter, görüntü, ses ve kurgu ile beslemenin ortaya iyi bir film çıkaracağı düşüncesi olsa olsa büyük bir yanılsamadır. El çabukluğudur.

Yönetmen ve aynı zamanda senarist olan Matt Ross‘un yaptığı böyle bir ÅŸey. Pat pat söyletiyor herÅŸeyi, pat pat gösteriyor da. Lanet olsun kapitalizme, modernite yerin dibine batsın, Allah belasını versin bu gıda endüstrisinin, eÄŸitiminizin canı cehenneme, olmaz olsun öyle devlet, kahrolsun ABD emperyalizmi, yurtta sulh cihanda sulh ve evet istikbal göklerdedir !

captain-fantastic

Her bir karakter karton. Ne doğruluk timsali, özgürlükçü, otoriter! ve de bilge baba karakteri, ne aristokrat-rahip-burjuva karışımı dede karakteri, ne de hepsi birbirinden allâme ve birbirinden güzel çocuklar sahici. Zoraki ve karikatürize.

Toplumdan bu kadar soyut iken, tecrübe etmediği dünya hakkında derya deniz bilgiyi yutmuş iken, hayatında altı kişiden başkasını görmediği halde ve tek sosyallikleri kan bağı ile bağlı oldukları aileleri iken ve varlığından her bir detayı ile haberdâr oldukları modern hayattan bu kadar uzak iken nasıl bu kadar mutlular ? Doğaya kesin dönüş yaptık ve oldu mu ? Topluyor muyuz bavulları ? Yoksa antidepresan mutluluğu mu bize sunduğun. Az deyivereydin üstat.

Komün hayatı kurmanın baÅŸ ÅŸartı her türden dini inancı hakim sınıfların uydurduÄŸu masallar olarak yaftalamak mıdır ? Farz mıdır ? Vacip midir ? Yoksa olmasa da olur mu ? Bu dinin peygamberi Chomsky midir ? GeçmiÅŸ bütün insanlık birikimini ve o insanların yaÅŸayış, inanış ve düşünüş biçimi “aptallık-cehalet” kalıbı ile açıklamak nasıl bir kafa konforu, nasıl bir ilerlemeci zihindir ? Az bir soluklansaydın birader.

Meskun mahalde anadan doğma dolaşarak ya da altı yaşında bir çocuğun eline pornografik içeriğe sahip bir dergi vererek ya da aynı çocuğu şarap içirererek mi gösteriliyor aydınlanmış ve de özgür düşünce ? Toplumun itiraz edilen değerlerine itiraz etmenin başka güzel, anlamlı yolu yöntemi yok mudur ? Alnının çatından vurmalı mıyız aynı değer yargısına sahip olmadıklarımızı ? Suratına mı tükürmeliyiz ? Az anlatsaydın be mübarek.

Toplumun tabularını yıkıyoruz derken içine düşülen durumun kendisi bir tabu yıkma tabusu olmuyor mu ?

Modern hayatın bütün lanetlerinden, belalarından uzaklaşıp onun her türlü nimetlerinden faydalanmak tezat değil midir ? Modernitenin iyi yanlarını mı alıyoruz reis ?

Son derece özgür, toplumun ve geleneğin kuşatıcı ve zaman zaman baskılayıcı da olabilecek değerlerinden bağımsız ve son derece eğitimli bireyler yetiştirmek iddiasında olan baba (Ben) neden çocukları üzerinde zaman zaman otoriter tutumlar sergilemektedir ? Otoriteyi de geçtik hadi, bu bilge baba kendisine bu kadar bağımlı çocukların tam olarak nesi olmaktadır ? Az bahsetseydin be müdür.

captain fantastic, kaptan fantastik

İnsanlıktan ve toplumdan tamamen uzak, soyut yetiştirilmekte olan bu çocuklar bu şekilde kemâle ermiş midir ? Bu mudur olup olacak şey. Bu çocuklar evlenmeyecekler(ya da çiftleşmek de denebilir) midir, diğer insanlarla kaynaşmayacak mıdırlar, ailelerinden başka ilişki kurdukları kimse olmayacak mıdır ? Bu nasıl bir kapalı ve kısır bir toplum tasarımıdır ? Bu işin oluru nedir ? Az anlatsaydın be hafız.

8 yaşında 6 dil bilen, parçacık fiziğinden haberdar, haklar bildirgesi üzerine yorum geliştirebilecek derecede orantısız entellektüel çocuklarımızın karşısında neden boş gözlerle bakan iki lise öğrencisi var ? Bilge, öğretmen, sporcu, müzisyen, yakışıklı babamızın karşısında neden çok tutucu (kimileri bağnaz diyebilir), anlayışsız, suratsız, merhametsiz ve de paralı bir dede var ? Bu zıtlaştırmanın bizatihi kendisi fena halde modern değil mi ? Az insaf be muhtar.

Fazla uzatmayayım. Bu sığ ve de derin dondurucudan çıkarıldıktan beş dakika sonra tüketime hazır, yavan sistem-düzen eleştirilerinden gına geldiğini söyleyerek bitireyim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Yazılım Çalışanlarının Fazla Mesai Bildirisi

Pazar, 04 Eyl 2016 Yorum yapılmamış

1.Yazılım geliştirme süreçlerinin doğasında mevcut olan bir fazla mesai yoktur.

2.Yazılım geliştirme süreçlerinde istinaî olarak var olması mâkul ve meşru planlı fazla mesailer; sürüm geçişleri(version updgrade) ve aktarım(migration) gibi öngörülebilir operasyonlar ile canlı uygulamayı ve kullanıcılarını etkileyen, ortadan kaldırılmasında acilîyet olan hataların düzeltilmesi(bugfix) işlemleridir. Bu durumlar haricindeki bir durumu istisna olmanın ötesine taşıyacak hiç bir süreç, yöntem ve yönelim kabul edilemez.

3.İkinci maddede bahsi geçen fazla mesai durumları hiç bir şart ve koşul altında ücretsiz çalışmayı gerektirmez. Yasal fazla mesai ücreti hiç bir şart ve koşul altında ikram, prim veya jest gibi sunulamaz.

4.İkinci maddede bahsi geçen durumlar söz konusu olduğunda yazılım yöneticilerinin, çalışanlarının hayatlarına doğrudan etkisi olan bir fazla mesai kararını onlardan bağımsız ve onlara aldırış etmeden alması veya dayatması yasal mevzuata uydurulabilirse de herhangi bir nezâket kuralı ile bağdaştırılamaz, herhangi bir edep dairesine dahil edilemez.

5.Ücretsiz, tamamen gönüllülük esasına dayalı(!) fazla mesai yapmayı kabul etmeyen yazılım çalışanının bu ahlakî ve de yasal olan tavrı onun aleyhinde bir çeşit yıldırma veyahut da bir çeşit suçluluk duygusu oluşturma aracına dönüştürülemez, özveri eksikliği olarak telâkki edilemez.

6.Yazılım geliştirme süreçlerinde, plana uyulmadığı veya işlerin son tarihe yetiştirilemeyeceği anlaşıldığında başvurulan ilk çıkış yolunun fazla mesai olarak görülmesi kabul edilemez.
Fazla mesai bir sonuçtur. Nedenler;

-İşlerin ve mevcut iş gücünün hakkı ile öngörülememesi, tartılamaması ve planlanamaması,
-Hızlı geliştirme temposunda kalitesinden ödün vermekte beis görülmeyen işlerin sorun yumağı olarak geri dönmesi,
-Müşteriye olmadık vaatler verilmesi,
-Müşteriye birtakım sözler verilirken, işler planlanırken ve takvimlendirilirken fazla mesai fikrinin hep yedekte tutulması,
-Üründe varolmayanın pazarlanması, satılması
-Hem haddin hem de istiap haddinin bilinmemesi,

veya tüm bunları özetleyecek bir diÄŸer ifadeyle “sınırlı kaynaklar ile sınırsız isteklerin karşılanma çabası”dır.

7.Yazılım çalışanları -söylemeye hâcet olmayacak bir şekilde- elbette ki x saat çalıştığında k birim verim alınıyorsa 2x saat çalıştığında 2ķ verim alınan mekanik varlıklar değildirler. Onların da tıpkı diğer insanlar gibi duygusallıkları, acıları, can sıkıntıları, sevinçleri, aşkları, özledikleri eşleri dostları vardır. Onlar da memleketteki veya dünyadaki herhangi elem verici bir hadiseden etkilenebilirler, akşama doğru üzerlerine bir hüzün çökebilir, bahar geldiğinde onlara da bahar gelebilir, hatta bulutlu güneşsiz bir günde verimden epey düşebilirler.

8.Yazılım çalışanlarının toplam iş gücü bir havuzu dolduran musluklar gibi değerlendirilemez. Bir havuzu 2 musluk 10 saatte dolduruyorsa 4 musluk 5 saatte doldurabilir. Zîra muslukların tecrübesinden, teknik kabiliyetinden, iş bilgisinden, özverisinden, motivasyonundan ve insanî bir takım vasıflarından söz edilemez. Aynı zamanda bu muslukların birbirleri ile uyumundan, doğru iletişiminden, yardımlaşmasından ve birbirine destek olmasından da bahsedilemez. Onlar musluktur. Yazılım çalışanları değil.

9.Altıncı, yedinci ve sekizinci maddede kabaca belirtilen hususların dikkate alınmadığı her plan aksamak, her takvim gecikmek ve fazla mesai sarmalını yeniden üretmek durumundadır. Aynı zamanda ve çok daha önemli olarak, bu durumun yılgın, huzursuz ve elinden geleni yapma niyeti ile gayreti sekteye uğramış çalışanlarla neticelenmesi kaçınılmazdır.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Kasıtlı/Planlı Eskitme – Planned Obsolescence

Çarşamba, 06 Tem 2016 3 yorum

“Yahu bu elektronik eÅŸya, dayanıklı(!) eÅŸya üreticileri kasıtlı olarak mı belirli bir ömre sahip ürünler geliÅŸtiriyorlar ?” sorusu bir çoÄŸumuzun sorduÄŸu bir sorudur. Hele ki akıllı cep telefonu ömürlerinin 1-2 seneyi geçmediÄŸi, bizzat tanığı ve maÄŸduru olduÄŸumuz bir çok benzer ürün-eÅŸya-araç-gereç sayesinde yaygınlaÅŸan bu şüpheler, şüphe olmaktan çıkıp kanâat haline gelmiÅŸtir.

Ä°ÅŸte Türkçeye kasıtlı, tasarlanmış veya planlı eskitme gibilerinden çevirilebilecek olan “Planned Obsolescence” kavramı tam da bu duruma karşılık geliyor. Örnek olarak üretilen ilk ampüller verilir. Ömürleri 2500 saat olan bu ampüller, 1940 yılında ampül üreticilerinin (ampül karteli de denebilir) beraberce almış oldukları bir kararla 1000 saate düşürülür.

Bir örnek de 1950’li yıllarda üretilen ilk naylon çoraplardan gelsin. Ãœretici firmanın naylon çorapları kadınlar tarafından çok beÄŸenilir ve neredeyse ömür boyu giyilebilir çoraplardır bunlar. Hatta o kadar ki saÄŸlamlığını göstermek için reklamlarında araba çektirilir filan. Satışlar da iyidir. Lâkin kısa süre sonra üretici firmanın tespit edeceÄŸi üzere, uzun vadede bu kadar dayanıklı bir çorap pek de kârlı deÄŸildir. Ömrü boyunca 50 çorap satın alan bir kadın, ömrü boyunca 5 çorap satın alan bir kadından elbette ki yeÄŸdir. Firma, mühendislerinden çorabı daha kısa sürede iÅŸe yaramaz hale gelecek ÅŸekilde yeniden tasarlamalarını ister. Mühendisler tasarımı deÄŸiÅŸtirirler ve firma çabucak kaçan çoraplar üretmeye baÅŸlar.

Bunlar pek tabi olarak müşterinin çok daha kısa aralıklarla ürünü satın alması ve elbette ki çok daha fazla kâr demek. Yeninin çabuk eskimesi, eskinin lanetlenmesi ve yeninin kutsanması. Kapitalizmin kendini yeniden ve yeniden üreten çarklarına hoÅŸgeldiniz…

Örnekler çok. Yazıcısından, televizyonuna, arabasından, moda tasarımı ürünlere varana dek.

Meseleyi, madem bu kadar çok üretebiliyoruz, neden daha çok tükettirmeyelim şeklinde özetleyebiliriz sanırım.

Bir giriÅŸ yapayım dedim. Konuyla ilgili internette bir çok video, döküman, makale bulunuyor. Mesela ÅŸurada Türkçe bir video bulunuyor. Bir de belgesel var “The Light Bulb Conspiracy” adında.

Dipnot : Planlı eskitme kavramının tamamen olumsuz olmadığını, aksine yeniliğe, ilerlemeye ve gelişime sağladığı katkıları bulunduğunu, istihdamı arttırıcı etkisinin olduğunu söyleyen ve kavramı rasyonelleştirenler mevcut. Zihnini mevcut düzene kiralamış bu gibi zombilere karşı ihtiyatlı olmak gerek.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Bilmem Kaçıncı Pazar Anneme Hediye Almadığım !

Cumartesi, 14 May 2016 Yorum yapılmamış

Her Mayıs’ın ikinci Pazar’ı annelerimizin, her Haziran’ın üçüncü Pazar’ı da babalarımızın günü. Ama Pazar. Mümkünse Pazar olsun. Öyle 8 Mart, 1 Mayıs, 1 Nisan, 30 AÄŸustos gibi Salı’ya, PerÅŸembe’ye, Pazartesi’ye filan denk gelmesi mümkün olan bir tarih olmasın yahu. Ä°lla da Pazar olsun. Hediyelik bir ÅŸeyler alırsınız. İçinizden gelip gelmemesi, gönlünüzün o günkü coÅŸkusu ve halet-i ruhiyeniz bizi baÄŸlamaz, alın.

“Toplu halde hediye almak da nedir ulan, ayin mi, ritüel mi, ibadet mi bu, bütün dünya halkları olarak günah mı çıkarıyoruz” demeyin izah ederiz bir ara, siz en iyisi fedakâr, ÅŸefkatli, cefakâr, sevgi dolu annenize hediye almak için en yakın maÄŸazamıza uÄŸrayın.

“Yahu bu kadar da anne, anne ya da iÅŸte baba, baba diye ortalığı ayaÄŸa kaldırmasak mı diyorum, hani üzeceklerimiz, yarasına tuz basacaklarımız, yangınına benzin dökeceklerimiz olabilir” demeyin, zîra iÅŸaret ettiÄŸiniz yetimler ve öksüzler ön görülebilir zararlarımız arasında.

“Benim babam diÄŸer babalarla aynı ticari kategoriye girmez ulan, babama olan sevgimi, saygımı, zaafımı metalaÅŸtıramazsınız, hele hele babamı bu hain tuzaklarınızla mahsun edemezsiniz” demeyin, neme lazım insan sonuçta bekler, siz en iyisimi daÄŸ gibi adama, canınız babanıza bir ÅŸeyler alın.

“Anneye hediye alınan gün biraz tuhaf gelmiyor mu kulaÄŸa ? Hem hediye alıp almayacağımı veya alacaksam da o günü sizin o doymak bilmez kapitalist iÅŸtahınız belirleyemez ulan. Hee bak bir de o cafcaflı anne güzellemeleriniz var ya, onlar tam olarak nereye niÅŸan alıyor la ?” demeyin, rica ediyoruz çirkinleÅŸmeden en az anneniz kadar biricik, bir tek ona layık bilmem ne markalı ütümüzden, tenceremden, yüzüğümüzden, telefonumuzdan olmadı ayakkabımızdan filan alınız.

“Annemize, babamıza hediye almayı sizden öğrenecek deÄŸiliz ! Sevindirmesini, gönlünü hoÅŸ etmesini, yeri geldiÄŸinde hakîkatli bir çam sakızı çoban armaÄŸanı almasını da iyi biliriz” demeyin. Bakın herkes alıyor, siz almazsanız olur mu ÅŸimdi. Kadının gönlü incinir. Hem konu komÅŸu ne der sonra ?

“Yahu hepsini anladık da bu ütü, tencere, çamaşır makinesi, süpürge filan ne ayak ? Onlar hane halkının ortak hizmeti için var deÄŸiller mi ? Anneye öyle hediye mi olur ? Tam olarak ne mesaj veriyoruz ?” filan derseniz darılırız. Ne yani sizin anneniz elektrikli süpürgelerin en iyisine layık deÄŸil mi ?

Anneler ve babalar gününün neden illa da bilmem kaçıncı Pazar oluÅŸunun nedeni izaha muhtaç olmayacak kadar aÅŸikâr. Kendi dinî baÄŸlamından koparılmış Noel’in hali ortada zaten. Neyse meseleye dönecek olursak;

Ä°slam öncesi Arap toplumunda Kamerî takvime 3 yılda bir olmak üzere 1 ay eklenerek ayların yerleri sabitlenir, aylar Hicrî takvimde olduÄŸu gibi yılın mevsimleri arasında dolaÅŸmaz, en fazla 1 aylık oynamalar olurdu. Bu duruma nesî ismi verilirdi. Ä°slam Ansiklopedisi’ne göre nesî uygulaması genel gözlemde olduÄŸu gibi sabit bir takvim oluÅŸturmak amacıyla deÄŸil, hac ve hac ile baÄŸlantılı panayırların yılın belirli ve uygun bir mevsiminde icra edilmesi amacını taşımaktaydı.

Ä°ÅŸte bu uygulama da Kâbe’nin önünde cereyan ediyordu. Ve takvim bakanı, -buna nasi deniyordu- Kâbe’nin kapısında, yardımcısı da (hâtim) yanında duruyordu. Nasi şöyle bağırıyordu: “Ben, hiç bir zaman sözüne tecavüz edilmeyen deÄŸil miyim?”. Yardımcısı da onun sözünü tekrar ediyordu. Orada bulunanlar da “Senin sözüne hiç bir zaman tecavüz olunmayacak, onu kabul ediyoruz” diyorlardı. Bundan sonra nasi şöyle bağırıyordu: “Önümüzdeki sene, nesî hadisesi olacak ve Muharrem ayı Zilhicce’den hemen sonra deÄŸil bir ay sonra gelecektir”.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Gerçek İslam Bu Değil !

Cumartesi, 20 Şub 2016 Yorum yapılmamış

Ä°mam elindeki kağıttan okuduklarının mahiyetine vâkıftı aslında. Lâkin kısa aralıklarla kâğıda bakması gerektiÄŸi için ses tonunu bir türlü denkleÅŸtiremiyordu. Kağıda bakmadan kendi hissîyâtını ve fikrîyatını da dahil edebildiÄŸi her cümlede cemaat üzerindeki etkisi belirginleÅŸiyor, kendisi de daha bir coÅŸku saçıyordu. Modern dünyada Ä°slam’ın algılanış ve sunuluÅŸ biçimine itirazın dile getirildiÄŸi hutbede tema “gerçek Ä°slam bu deÄŸil” idi. Vakitlerden “Ä°slam terörü lanetler” idi, saat tam olarak “Ä°slam barış dinidir” i gösteriyordu.

Uzun zamandır cemaatin bu kadar can kulağıyla dinlediÄŸi bir hutbe hatırlamıyordum. Müslümanların duygularına tercüman oluyordu sanırsam. “Heh aÄŸzına saÄŸlık be hoca”, “tabi canım Ä°slam barış dini zaten”, “bu hutbe sana gelsin ey Batı !” bakışları yükseliyordu kubbe altında.

Bir büyük ezilmiÅŸliktir yaÅŸadığımız. Büyük savunmadır. Büyük savrulmadır. Ä°ÅŸaret parmaklarının kendisini gösterdiÄŸi masum sanığın yüzünün kızarmasıdır. Ä°slamın ne olduÄŸundan bihaber modern dünyanın ve onun deÄŸerlerinin ithamları karşısında düştüğümüz hâl içler acısıdır. Ä°slamı allayıp pullayarak kâh sosyalist-devrimci tonlarda, kâh hümanist tonlarda, kâh salt bir ahlâk öğretisiymiÅŸcesine sunma çabamızın zaman zaman iftiraya dönüşme ihtimali her daim mevcuttur. Ä°slamın kimseye ÅŸirin gözükmek derdi yoktur. Ä°slam ne ise odur. Modern dünyanın 20.yüzyılda makyajı artık iyice akmış deÄŸerleri baz alınarak yapılan Ä°slam’a dair deÄŸerlendirmeler bir bumerang gibi gönderildiÄŸi yere döndürülmelidir oysa. Ä°slam’ın bu düzenin ortaya çıkardığı dertlere, yine bu düzenin düşünme, eyleme biçimine münasip ve bu düzenle el sıkışarak bir derman olmak iddiası da yoktur.

Ä°slam’ın kendi insanı, kendi dünyası, kendi tasavvurları, kendi varoluÅŸ ve kavrayış biçimleri vardır. Kapitalist-liberalist düzenin meselelerinin ihalesini Ä°slam’a yıkmak hiç bir ÅŸey deÄŸilse mantık tutulmasıdır. Mevcut savaÅŸların, terör eylemlerinin, göçlerin, adaletsizliÄŸin, sömürülerin, insanlık felaketlerinin ve buhranlarının sanığı, baÅŸlatıcı ve yaygınlaÅŸtırıcı faili Ä°slam deÄŸildir. Kimseye özür borçlu deÄŸiliz, kimseye masumiyetimizi ispat etmek durumunda deÄŸiliz. Aksine bu mahkemeyi ve bu yargıcı ve bu savcıyı ve böylesi avukatlığı reddetmeliyiz.

Müslümanların üzerlerine sinmiÅŸ, yapışmış bu cıvık savunmacı dilden tez elden kurtulmaları gerek. Modern dünyanın deÄŸerleri ile Ä°slam’ın deÄŸerlerinin uyuÅŸmayacağını, uzlaÅŸamayacağını kavramak ve hiç deÄŸilse söylem ve fikir düzleminde bu melezleÅŸtirme hareketine karşı durmaları gerek. Batı’nın tanım deÄŸerleri sahasında Ä°slam’ın deÄŸerlerinin bir yere tekabül edemeyeceÄŸini, bu tekabülsüzlükten dolayı Batı’nın Ä°slam’ı her ÅŸart ve koÅŸul altında öcüleÅŸtireceÄŸini, “zencileÅŸtireceÄŸini” akıldan çıkarmamak gerek. Ä°slam’ın en temel naslarını dahi birilerine ÅŸirin göstereceÄŸiz, hediye paketi edeceÄŸiz diye yontmaya, yozlaÅŸtırmaya meyletmemiz an meselesidir bu zihin dünyasıyla. Allah muhâfaza…

Ilımlı Ä°slam söylemi ise soÄŸuk savaÅŸ sonrası ortaya atılmış, iddialarından, diriliÅŸ fikrinden ve kendi tasavvurlarından vazgeçmiÅŸ, teslim olmuÅŸ ve tehlike arzetmeyen, kültürel bir öğe haline dönüşmüş bir din tanımıdır. Bu tanım da müslümanlara veya bu dinin sahibine ait deÄŸildir. Ötelerden birilerinin ulusal güvenliklerine tehdit olarak algıladığı bir dine, protestan bir çehre nakli yapmak çabasıdır. Her kim ki bu dinin başına bir ek-sıfat(anti kapitalist, sosyalist, liberal, ılımlı, radikal) yapıştırma çabası içerisindedir, biline ki o kiÅŸi pazarlama iÅŸine giriÅŸmiÅŸtir, komisyon almaktardır bu satıştan. Umar ki efendisi bildiklerinden itibar bağışlansın, “bizden biri” payeleri verilsin kendisine.

NOT: Özellikle belirtmek durumunda kalmak istemezdim elbet. Lakin yine de belirteyim Batı şeytan değildir. Batı batıdır.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Finansçı Ablaya Açık Mektup

Pazar, 15 Kas 2015 1 yorum

Sevgili Finansçı abla,

Tez zamanda ben de sizin mahallenize taşınmalıyım galiba. Tam nerede kaldı o eski günler derken birden sizin mahalleyi gördüm. Sâkinleriyle, esnaflarıyla, çocuklarıyla ve elbetteki sizin güleç yüzünüzle ne ÅŸen bir mahalle orası öyle. Çok iç geçirdim, fena halde gıpta ettim. Bizim mahalle hiç öyle deÄŸil. Hatta öte mahalleler de öyle deÄŸiller. Kalmadı öyle mahalleler be finansçı abla, sitelere taşındı çoÄŸumuz. Kocaman kocaman, keresteden hallice, buzdolabından soÄŸuk, mantar gibi türeyen ÅŸu siteler var ya hani, oralara iÅŸte. Herkes kredi çekip oralardan ev alıyor. Gerçi onların kredi çektiÄŸi bankalar öyle seninki gibi deÄŸiller ama olsun. Ödeniyor bir ÅŸekilde be abla. Buralardakiler de oralardan ev alıp, “buralardan gitmenin” hayalini kuruyor zaten.

Hem bir şey daha diyeyim mi finansçı abla senin işin rakamlarla değil insanlarla ya hani, ama o diğer finansçılar yok mu ah o diğer finansçılar, onlar hiç öyle değiller. İnsanlarla hatta insanlıkla alakaları yok desem abartmış olmam. Sık sık üzüyorlar bizi. Ketenpereye getiriyorlar. Biz bilemiyoruz ki. Hem anlamıyorlar da bizi hiç. Sevmiyorlar da sanırsam. Bir kredi taksidini geç ödesek, kredi kartının ödemesini filan geciktirsek hemen tepemize biniyorlar. Öyle senin gibi dertlemizle hemhâl olmuyorlar, dara düştüm deyince hayrına kredi de vermiyorlar. Verdiklerinde de misliyle geri alıyorlar. Bildiğin tefeci onlar, hiç sana benzemiyorlar. Belli ki rakamlarla onların işi. Rakamları ellerinde oynatıyorlar, bazen bizi de. Hem bizim hiç aklımız ermiyor onların alengirli hesaplarına. Yapmasalar ya öyle şeyler.

Siz mesela mahallenin gençlerini evlendiriyorsunuz, esnafın iÅŸini görüyorsunuz, apartman yöneticisinin zulmü altında inim inim inleyen mazlum kapıcıya kol kanat geriyorsunuz. Bir keresinde de bütün mahalle sakinlerine kahvaltı ziyafeti vermiÅŸtiniz. O kadar bizdendiniz ki piÅŸiyi bile biliyordunuz. Ama o diÄŸer finansçılar yok mu ah o diÄŸer finansçılar, onlar hiç öyle deÄŸiller. Ne Allah’tan korkuyorlar ne kuldan utanıyorlar. Kanun nizam tanımıyorlar. Hiç insafları da yok. Kart aidatı, hesap iÅŸletim ücreti, kredi masrafı, dosya masrafı derken bir sürü haksız kazanç elde ediyorlar, ayıptır söylemesi fena halde kerizliyorlar bizi. Hakkımızı arayacak olsak çıkarmadıkları zorluk, baÅŸvurmadıkları hile, kendilerine yontmadıkları kanun kalmıyor. Hem zaten işçiyi düşünen mi var be finansçı abla ?

O diÄŸer finansçıların bankalarını arıyoruz mesela, hiç oralı olmuyorlar, ilgilenmiyorlar bizim sorunlarımızla. Bir insan sesi duyana kadar yirmi dakika beklettikleri oluyor. Ne kadar umursuz, ne kadar kaba ve ne kadar küstahlar. Kredi kartı satarken ya da “ön onaylı kredilerimizden” haberdâr ederken hiç de öyle deÄŸillerdi ama, illallah ettirene kadar arıyorlardı. Sen onlar gibi deÄŸilsin lâkin. O kadar sıcak, o kadar samimi, o kadar ilgilisin ki hemencecik kanı kaynayıveriyor insanın sana.

Demem o ki ya sen gel o gül cemalinle de bizi bu finansçıların elinden kurtar, ya da biz gelelim sizin oralara. Ne dersin be finansçı abla, olmaz mı ?

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Marslı – The Martian

Pazartesi, 02 Kas 2015 Yorum yapılmamış

marsli_the_martian

Film bir çok ülkede gösterime girmeden bir kaç hafta evveldi. Mars’da yaÅŸam ile ilgili haberler epey revaçtaydı. Su mu bulunmuÅŸtu ne. Mars’ta hayat var mı ola meselesi gündem oluvermiÅŸti yine birden. Acep yeni bir bilim kurgu filmi mi geliyor sorusu kafamda daha yeni çengellenmiÅŸti ki bir arkadaÅŸ çıtlatıverdi; “Mars’la ilgili bir film geliyormuÅŸ”.

Özgür görünümlü serbest tutsak modern bireyin bütün istek ve arzularını kendi büyük mekanizması için tekrar kullanılabilir yakıt haline getiren düzenin sinema yapımcıları elbette ki geri durmayacaklardı bu tip manipülasyonlardan. NASA ve benzer bilim kuruluÅŸlarını kutsayan ve her türlü günahtan, dalavereden ve sermayeden bağımsız addeden zihniyet “yok canım, abartıyorsun, ne alakası var” diyebilir. Demeye devam da edebilir. Kendilerini zihin konforlarıyla baÅŸ baÅŸa bırakıp derhal uzaklaşıyorum oradan.

Bu artık iyiden iyiye alenîleşmiş düzmeceye, ayıbı saklama gereği dahi duymayan zihniyete alet olmayıp filme gitmeyecektim güyâ. Bilim-kurgu, fantastik filmlere olan ilgimin üzerine kibrit çakarak beni yangın tüpü almaya zorlayamazsınız filan gibi artislikler yapacaktım. Beni bir şeyi güyâ ben istiyormuşumcasına ister hale getiremezsiniz ulen filan diyecektim. Olmadı, beceremedim. Hevesim galip geldi. Gitme ! Kal ! diyemedim. Gittim filme.

Günümüzden öyle çok ötesi zamanlar deÄŸildir. Hatta aksine epey yakın zamanlardır. Bilim vardır, kurgu pek yoktur aslında. Ä°nsanoÄŸlu -tabi ki Amerika- Mars’ta istasyonlar kurmuÅŸ, insanlı Mars seferleri düzenler dereceye gelmiÅŸtir. Bu seferlerden birinde mürettebat Mars’ta hesapsız bir fırtınaya yakalanır. Bu kargaÅŸa içerisinde astronot ve botanik bilimcisi Mark Watney (Matt Damon) yaralanır ve gemiye ulaÅŸamaz. Mürettebat da onun öldüğünü düşünürek çaresiz geri yolculuÄŸa koyulur. Oysa ki Mark yıkılmamıştır, ayaktadır. Mark’ın ölmediÄŸini farkeden NASA onu kurtarmak üzere hazırlıklara baÅŸlar. Teyakkuz hali hakimdir. Bu esnada Mark sıkı bir hayatta kalma mücadelesi veriyordur. Türlü icatlar geliÅŸtiriyor, yılların bilimsel birikimini sahada uyguluyor ve Mars’ı keÅŸfediyordur…Film bu minval üzere devam eder.

The Martian

(Buradan sonrasını filmi izlememiş olanlar okumasınlar. Ya da okusunlar kendileri bilebilirler.)

Batı aydınlanmasının temel taÅŸlarından olan hümanizm için Aliya Ä°zzetbegoviç şöyle der;“Tek tek insanları sevemeyenler, insanlık (hümanizm) kavramını icat etmiÅŸlerdir; hem kullanmak hem de rahatlamak için.”

Dünyanın dört bir yanında mevcut iktisadî-siyâsi-düşünsel düzene çomak sokması, çıbanlık taslaması veya alternatif düzenler, varoluÅŸ telâkkileri sunması ihtimal dahilinde olan, mümkün gözüken “tehlikeli” her insan topluluÄŸuna karşı savaÅŸlar baÅŸlatanların, yıkımlara giriÅŸenlerin, operasyon düzenleyenlerin ve bunlardan peydâ olan göçlere, mülteci sorunlarına sırtını dönenlerin, gözlerini kapataların, kulaklarını tıkayanların hakim sinema anlayışının ürünü olan bir film Marslı. Ve bu filmde bir insanı, tabi ki ABD vatandaşı, kurtarmak uÄŸruna bütün dünya seferber olmuÅŸtur. Ãœlke ülke, bölge bölge, kavim kavim tek tek cümle içerisinde sıralandığında felaketinin büyüklüğüne gölge düşürdüğümüz bu büyük yıkım hareketinin öncülleri, propagandacıları, ÅŸirin göstericileri, yaÅŸam tarzı dayatıcıları, bilim sermayedarları ve yöneticileri ve elbetteki bu kurtarma şölenini meydanlarda heyecan içerisinde takip eden kalabalıkları Mark Watney’i kurtarıp felâha eriyorlardı. YaÅŸasındı !

Filme dair teknik detay bâbından bir ÅŸeyler söylemenin pek bir anlamı yok. Her türden teknik kabiliyeti ve ehliyeti son derece yüksek. Esas sorun hikayenin anlatılış biçiminde, yönetmenin ve pek tabi ki yapımcıların tercihlerinde. Mesela film hiç bir anında tıpkı Gravity‘de olduÄŸu gibi kahramanın kurtulamayacağını düşünmemize fırsat vermiyor. Sıkıntı yok ! Mars’ta bir başına ama ölümden bir o kadar uzak. Fiziksel olarak bambaÅŸka bir gezegen, günün büyük kısmı o kasvetli astronot kıyafeti içerisinde, her an endiÅŸe verici bir oksijen ve yiyecek kıtlığı mevcut, baÅŸka bir gün(sol – 24 saat 39 dakika), baÅŸka bir coÄŸrafya, baÅŸka bir iklim ve hepsinden önemlisi ne bitki ne hayvan ne insan tek canlı yok. Böylesi koÅŸullar içerisindeyken dahi neredeyse iyi ki de kaldım buradalarda, oh ne güzel keÅŸifler, icatlar yapıyorum, espiriler bile yapıyorum ortaya karışık, deÄŸmeyin keyfime demediÄŸi kalıyor Mark’ın. Ne bir keder, ne bir umutsuzluk, ne bir varoluÅŸ sancısı, ne bir melankoli, ne de en olası ihtimalle bir halüsünasyon(bakınız. Ay – Moon). Marslı’dan biraz önce vizyona girmiÅŸ olan ve Everest’e tırmanan bir grup daÄŸcının hikayesini anlatan Everest filminin kendi hikayesine dair en önemli ve can alıcı soru olan “Neden Everest’e tırmanıyoruz ?” sorusunu göz göre göre pas geçmesi gibi, anlı ÅŸanlı yönetmenimiz Ridley Scott da bütün bu zor meselelerin üzerini bir tutam ÅŸaka biraz da komiklikle geçiÅŸtiriyor. MüthiÅŸ !

Herhalde astronot kıyafetindeki kamera ile birlikte yaşıyor olması ve bundan baÅŸka kendinin de sık sık kamera karşısına geçiyor olması kahramanımızın varoluÅŸunu “görünüyorum o halde varım” a dayandırmasından ileri geliyor olsa gerek. Sen deÄŸil misin ki en çok görünen, gül eÄŸlen neÅŸelen o vakit. Sana yaraşır elbet. Zira bulunduÄŸumuz zamanlarda görünmek varolmanızın en muhim gerekçesidir.

the_martian_ship

Bir diÄŸer büyük açmaz mürettebatın Mark’ı almak için Mars’a geri dönmek üzere verdiÄŸi kararın dayanılmaz hafifliÄŸi. 553 fazladan gün uzayda yolculuk yapmalarından baÅŸka çok ciddi ve çeÅŸitli ölüm tehlikeleri de barındıran bu harekete giriÅŸmek için kararı almaları Taksim’den BeÅŸiktaÅŸ’a dolmuÅŸla mı insek otobüsü mü beklesek sığlığında. O an voleyi basıp çıkmak geliyor salondan ama daha göreceÄŸin varmış ki kalıveriyorsun orada. Ne ki insana bu kadar yüce kıymet biçen ve onu kurtarmak pahasına bütün imkânları seferber eden NASA yönetimi, gemideki 5 kiÅŸilik mürettebâtın hayatını büyük bir riske atarken herhangi bir ikilem yaÅŸamamaktadır. Zira aslolan PR’dır, halkla iliÅŸkilerdir, görüntüdür. “Kahvedekilere benimsin demiÅŸim bir kere” misali “bütün dünyayı ayaÄŸa kaldırdık kurtaracağız diye, bu saatten sonra pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” denilir.

Son kurÅŸunumu da filmin 3D oluÅŸuna sallayayım, bitsin gitsin. Filmin sahnelerinin büyük çoÄŸunluÄŸu ofis ortamında, uzay gemisinde, Mars’taki bir kapsülün içerisinde veya geniÅŸ planlı Mars düzlüklerinde geçiyor. Uzay gemisinin uzayda salınım yaptığı veya aksiyon içerikli olduÄŸu için üç boyutlu algılanmasının ayrı bir görsellik katacağı sahnelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Nedir bu 3D sevdası anlamak mümkün deÄŸil.

Velhasılı kelâm yine teknik açıdan son derece baÅŸarılı, Matt Damon, Jeff Daniels, Chiwetel Ejiofor, Jessica Chastain, Sean Bean filan derken bir Ronaldinho bir de Zinedin Zidane eksik ÅŸaşâlı kadrosuyla göz kamaÅŸtıran, ama hikayesiyle, anlatımıyla ve alt metniyle bir o kadar kıfayetsiz, basmakalıp, ucuz ve “pop” bir film daha…

Dipnot : Mars’ta su bulunduÄŸuna dair haberler tam müşteri geldiÄŸinde mi fırından çıkarılmıştır ? NASA filmi desteklemiÅŸ midir ? Film NASA’nın propagandasını mı yapmıştır ? Bu simbiyotik bir iliÅŸki biçimi midir ? NASA’nın eli iÅŸte gözü oynaÅŸta mıdır ? Tavuk mu yumurtadan çıkmıştır yumurta mı tavuktan türünden sorular için ÅŸuraya, ÅŸuraya bir de ÅŸuraya bakılabilir…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail