ArÅŸiv

Yazar ArÅŸivi

Vodafone Freezone – Perde Reklamı

Pazartesi, 17 Kas 2014 1 yorum

Adı geçen reklam şu minval üzere seyreder;

Odasında oyun oynayan genç yaklaşan ayak seslerinden irkilir ve annesinin kendisinden perde takmasını isteyeceğini anlar. Aklına cin bir fikir gelir. Hemencecik gömleğini ve kravatını üzerine geçirerek, cep telefonu ile görüntülü iş görüşmesi yaptığı pozlarına girer. Odaya girdiğinde bunu gören annesi de, oğlunun güzel bir iş bulmak üzere olduğunu düşünüp, sevinç içinde kapıyı usuluca kapatıp geri döner.

Hayır ulan. İtiraz ediyorum !

Anneye yardım etmek ne güzel ÅŸeydir. Annenin ev içerisinde ailesi uÄŸruna harcadığı emek de ne güzeldir ayrıca. Lanet olasıca “piyasada” bir deÄŸeri/karÅŸlığı/ederi/fiyatı yoktur bu emeÄŸin, ama yüce bir emektir.

Anneye yardım etmek ne güzel ÅŸeydir. O güzelliÄŸi deÄŸersizleÅŸtirmek şöyle dursun, kurtulmak üzere yalan söylenecek bir ÅŸey de deÄŸildir. Hele hele “Annenin perdeleri varsa, seni de bu durumdan kurtaracak bilmem kaç gb bilmem ne paketi var” cümlesindeki “kurtulunacak ÅŸey” hiç deÄŸildir.

Oyun oynarken edindiği hazdan geçici bir süreliğine vazgeçip, perde takmak türünden basit bir zahmete katlanmamak uğruna dahi yalan söyleyebilen bir genç tasvirine başvurmak fena halde çirkindir.

Bireysel çıkarlarınıza ters düşen, sizi hazlarınızdan uzaklaÅŸtırıp zahmetlere yaklaÅŸtıran her türden durumda bizim teknolojik üstünlüğümüzden faydalanarak “masum hilelere” baÅŸvurabilirsiniz göndermesi ayrıca bir kötüdür, rasyonel bile deÄŸildir.

Hee unutmadan anneler öyle sizin sandığınız ve resmettiğiniz kadar saf da değildir. Onların bilme türü sizin bilme türünüzden çok başkadır. Siz bu zihin dünyasıyla anlayamazsınız lâkin.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

The Black Hole

Pazartesi, 03 Kas 2014 Yorum yapılmamış

Geçenlerde denk geldiÄŸim “The Black Hole” adında bir kısa film ve benzer çağırışımlar içeren bir hikaye.

Şöyle ki;

Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır: Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:DiÄŸer Etiketler:,

Ramazan Davulcusu Muhafaza Edilir mi ?

PerÅŸembe, 10 Tem 2014 1 yorum

Ä°ftar sebebiyle misafirlikte olduÄŸumuz sırada Ramazan davulcusu meselesi bardağına son damla damlayıverdi. Malûmdur, Ramazan davulcuları Ramazan ayının belli günlerinde kapılara gelerek halktan bahÅŸiÅŸ toplarlar. Bu kez de öyle oldu. Ezanı beklerken kapı çaldı, gelen Ramazan davulcusu. Salondaki herkesin elini cebine atıp da hesap ödenirken yaÅŸanan bir Türk klasiÄŸi yaÅŸanmasına izin vermemek için -hiç taraftar olmasam da bu iÅŸe- silahına davranan kovboy gibi bir hamlede cebimdeki bozukları çıkarıp uzatıverdim arkadaşımın eÅŸine. Lakin kapıdan geri döndü, “5 lira veriliyormuÅŸ” diyerekten. O nasıl edilgen bir cümledir yahu, bahÅŸiÅŸ dediÄŸinin apartman aidatı gibi miktarının belirlendiÄŸi nerede görülmüş. Ayıptan da öteydi durum. Kalktım yerimden, kapıya gidip elindeki bozuklukları da alıp hadi güle güle dedim, en kendime mukayet olabilen halimle.

Mesele aslında Tanzimat’tan beri süregelen, muhafazakârın neyi muhafaza edip neyi etmeyeceÄŸine dair meseledir. Muhafazakâr olmanın deÄŸiÅŸmemek, ne pahasına olursa olsun geleneÄŸi ve mevcudu korumak olarak algılandığı memlekette, yok arkadaÅŸ muhafazakâr neyi muhafaza edeceÄŸine, neyi ne kadar ve ne sürede deÄŸiÅŸtireceÄŸine karşı ortaya konan bütün bir hayat görüşüdür ÅŸeklinde izahlar yapmak çok kabul göresi, anlaşılmak istenesi olmuyor. Varsın olmasın. Dünya yine de dönüyor.

Ramazan davulcusuna sırf bir gelenek olduğu için sahip çıkmak körü körüne gelenekçilikten öteye gitmez. Kuru kuruya nostalji sevdasında tıkanır kalır. Müslüman bir bünyenin komşularına rahatsızlık veriyor olduğunu hissetmesi rahatsızlık vericidir. Müslüman bir bünye aynı sokakta, aynı binada yaşadığı oruç tutmayan diğer dinlere mensup komşularına ve oruç tutamayan kendi dinine mensup komşularına(çocuk, hasta, yaşlı, günahkâr ve sair) gecenin bir vakti uyanma baskısı yapılmasına da razı olmaz. Ki ayrıca oruca niyeti olan sahura kalkar zaten, namazda gözü olanın ezanda da kulağı olsun zaten.

Ãœstelik meselenin estetik-fayda türünden bir açmazı dahi yok. Misal ben BoÄŸaz Köprüsündeki ışık oyunlarını son derece estetik buluyorum, bir temâşa olduÄŸunu ve bir güzellik ortaya koyduÄŸunu düşünüyorum. Ve fakat bunun elektrik israfı olduÄŸunu söyleyenleri de anlayabilirim. Burada bir görüş farkı, bir tercih farkı bulunur. Her ikisinin de kendince haklı gerekçeleri mevcuttur. Amma velâkin Ramazan davulcusunun meydana getirdiÄŸi rahatsızlıktan baÅŸka, estetik açıdan da son derece zayıf, amiyane tabirle kafa ütüleyen bir tınısı var. Çalınana ritim denebilirse, kuru bir ritim. Davulun sesi uzaktan bile hoÅŸ gelmiyor. Ne bir ahenk, ne bir hoÅŸ sedâ. Eskiden, hani o geleneÄŸi gelenek yapan Ramazan davulcularında, hiç deÄŸilse biraz müzikâl biraz edebî bir kaygı var imiÅŸ. Güzele meylederlemiÅŸ yaptıkları iÅŸte. Mâni söylerler, o maniye uyum saÄŸlayacak hoÅŸ bir ritim tutturmaya çabalarlarmış. Åžimdilerde o da yok. “Dostlar alışveriÅŸte görsün, salla başı al maaşı, haa üç kere de gelir bahÅŸiÅŸimizi toplar oluruz.”

Bütün bunlara, muhafazakar hayat görüşüne sahip kimilerinden “E, o zaman ezan da yüksek sesle okunmasın!” ÅŸeklinde itirazlar gelir hep. Kaçırılan, karıştırılan husus ÅŸudur; Ezan Ä°slâmın temel direÄŸi olan namazın iÅŸaretidir. DeÄŸiÅŸtirilmesi din kavramı baÄŸlamında mümkün deÄŸildir. Bir gelenek deÄŸildir, bir alışkanlık hiç deÄŸildir. Sırf kimileri rahatsız oluyor diye dinin temellerinden vazgeçilemez, özgürlük tartışmalarına konu edilemez. Kapı kapalıdır bundan ötesine. Ki o kapıdan ötesi bu yazının baÄŸlamından çok baÅŸka tartışma meselelerine, bambaÅŸka hayat görüşleri çaprışmasına açılır. Lakin mesele o deÄŸil.

Velhasılıkelam Ramazan davulcusu “sahip çıkalım” türünden bir gelenek deÄŸildir. Edep dairesi içerisine sığdırılabilecek bir masumiyeti, nostaljisi de yoktur. Tiz terk edile !

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Kış Uykusu (Winter Sleep)

Pazartesi, 07 Tem 2014 3 yorum
Kış uykusu, winter sleep

Kış Uykusu (Winter Sleep)

Film şu minval üzere cereyan etmektedir;

Aydın(Haluk Bilginer) emekli bir tiyatro oyuncusudur ve oyunculuÄŸu bıraktıktan sonra Kapadokya’da babasından yadigar kalan butik oteli iÅŸletmektedir. Bir yandan da yerel bir gazeteye köşe yazıları yazmaktadır ve bir tiyatro tarihi kitabı yazmak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. Hayatında iki kadın vardır; zihin dünyaları arasında ciddi fark olan genç karısı Nihal(Melisa Sözen) ve boÅŸandıktan sonra yanlarına taşınan kız kardeÅŸi Necla(Demet AkbaÄŸ). GeliÅŸen olaylar uyumsuzlukları, tutarsızlıkları ve karakterlerin derinlerde yaÅŸadıkları çatışmaları su yüzüne çıkaracaktır. Ve anlatılan, insana dair ahlak, iyilik, kötülük, yalnızlık, sevgi, vicdan gibi pek çok meseleyi barındıran, olay hikayesinden ziyade içli ve esaslı bir “durum hikayesidir”.

Kim derdi ki her uygun gördüğü yerde Nuri Bilge Ceylan’a laf iliÅŸtirmekten hazzeden ben, gün gelsin bir güzelleme yazayım.

196 dakika dram filmi çekmek bir cesaret işi bi kere. O 196 dakikanın bu denli akıcı olabilmesini sağlamak da apayrı bir maharet. (Bu arada filmin ilk kurgusu dört buçuk saat imiş, daha sonraki yoğun çalışmaları sonucu üç buçuk saate indirebilmiş Nuri Bilge Ceylan. Bakınız)

Korka korka salona girdik, ama çıktığımızda hakikaten üç buçuk saat oldu mu yahu diyorduk. Her ne kadar pek hazzetmesem de, evvelki filmlerinden, hele hele Bir Zamanlar Anadoluda’da filminden, yönetmenin mekan, görüntü, ışık, açı ve sair teknik detaylar konusunda son derece mahir olduÄŸunu biliyoruz. Sinemayı bıraksın fotoÄŸraf filan çeksin derken de onu kastederdim. Bizim kafamızdaki sinema hareketli kareler bütünüydü. Bir akışı, bir akışkanlığı olmalıydı. Gevezelikten uzak olmalıydı ama konuÅŸmalıydı da. Bir Zamanlar Anadolu’da ile beraber “ÅŸu karaketerleri konuÅŸturayım yahu biraz da” demeye baÅŸlayan Nuir Bilge Ceylan bu kez adeta yılların suskunluÄŸunu yırtar gibi üç buçuk saate yakın bir süre boyunca karakterleri konuÅŸturmuÅŸ. Susmalarına mahal vermemiÅŸ neredeyse. Bu kadar çok konuÅŸtuturuken gevezelik de etmemiÅŸ lakin. Gereksiz, çıkıntı veya sakîl duran tek replik yok neredeyse. Belli ki diyaloglar üzerinde ince ince ve uzunca çalışılmış. Gündelik hayatın can sıkıntılarına, kaygılarına, dertlerine, kabaca hayat gailesinin bütün damarlarına sirayet edebilmiÅŸ ve insanın açmazlarına, tutarsızlıklarına ve samimiyetsizliklerine dair vurguları böylesine yalın, böylesine göze sokmadan yapabilmiÅŸ bir metin ortaya çıkmazdı aksi takdirde.

Haluk Bilginer‘in ÅŸuradaki röportajında söylediÄŸi ve ÅŸurada da belirtildiÄŸi gibi Nuri Bilge Ceylan illa da kendisiyle çalışmak istemiÅŸ. Rolü üç defa reddetmiÅŸ olmasına karşın, yönetmen bu rol için bir baÅŸkasını düşünememiÅŸ. O denli ki “filmin çekimleri senin takvimine uymuyorsa, biz senin takvimine uyarız” demeye kadar vardırmış iÅŸi. Filmi izledikten sonra bunun ne kadar yerinde ve anlamlı bir seçim olduÄŸunu görüyoruz. Zira Haluk Bilginer o kadar güzel ve o kadar inandırıcı canlandırmış ki Aydın karakterini, bu rolün hakkından gelebilecek bir baÅŸka oyuncuyu düşünemez oluyorsunuz. Bir oyuncunun performansı hakkında, kafanızda bir baÅŸka aday oluÅŸmasına izin vermemiÅŸ olmasından daha yeterli bir ölçüt bilmiyorum.

Gelelim Aydın karakterine. Hikayenin merkezinde bulunan Aydın’ın aslında isminde dahi bir ironi var. Yetersizlikler içerisinde, halkından kopuk, hatta onu öteleyici, küçük dünyasının aydını Aydın. KardeÅŸi Necla’nın tabiriyle oturduÄŸu yerden akham kesen, yazılarına konu olanlar ile herhangi bir bağı bulunmayan ve fikri mücadeleden uzak, çağının sorunlarına ışık tutmaya çalışmaktan ziyade kendi benliÄŸine esir olmuÅŸ karton aslandır o. Gündelik hayatın aydınıdır. Bu taraftan baktığımızda Nuri Bilge Ceylan sert bir Türk aydını eleÅŸtirisi yapmış ÅŸeklindeki söylemleri abartılı buluyorum. Olsa olsa aydın olmaktan ziyade bu iddiada olan, entellektüel olmaktan ziyade entellik taslayan, yarı aydın tiplemelerine bir eleÅŸtiri.

Filmin derinlerdeki kasveti su yüzüne çıkaran akışı ile fena halde uyumlu olan müziÄŸi de çok güzel. Sonata in A major, D.959 (II. Andantino) – Franz Schubert

Nihai olarak, 1982’de Yılmaz Güney’in Yol ile aldığı Altın Palmiye’yi Kış Uykusu ile ikinci kez memleketimize kazandıran Nuri Bilge Ceylan’ı takdir etmek gerek. Bu kez yiÄŸin hakkı yiÄŸide : )

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Futbol Efsanesi

Cumartesi, 01 Mar 2014 2 yorum

Önceleri pek laf kondurmazdım takım tutkusuna. Futbolu lümpen bağımlılığı olarak görenleri pek bi züppe bulurdum. Afyonlardan bir afyon daha diyenler de vardı bu züppeler arasında. Hiç entellektüel deÄŸildi futbol, zihin filan açmıyordu, düşüncelere gark etmiyordu, bir ideolojisi filan da yoktu. Öyle bir maç izleyip de hayatınızın deÄŸiÅŸtiÄŸi de olmuyordu. Bir takıma, bir renk ikilisine bu kadar baÄŸlanmayı, bu kadar sevmeyi pek de matah bir ÅŸey olarak görmeyenlere dilim döndüğünce anlatmaya çalışırdım, hep bir ağızdan bir ÅŸeyi sevdiÄŸini haykırmanın, hiçbir siyasi, etnik, kültürel, dinsel fark gözetmeden bir ÅŸeyi beraberce sevmenin ne kadar romantik, ne kadar ÅŸiirsel bir ÅŸey olduÄŸunu. Bir ÅŸeyi karşılık beklemeden sevmenin örneÄŸi dendiÄŸinde ahan da takım sevgisi size derdim. Saf bir sevgiydi gözümde bir takımı sevmek. Sakaryaspor’u, Boluspor’u, Adana Demirspor’u, GençlerbirliÄŸi’ni, Karşıyaka’yı, Göztepe’yi, BeÅŸiktaÅŸ’ı, Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı sevmek. Sevinmek için sevmenin olmadığı yerdi orası. Hesabı kitabı yoktu bu iÅŸin. Ne üstüste üç galibiyet alınca artıyordu sevginiz, ne de ezeli rakibinizden esaslı bir fark yiyince azalıyordu.

Hem severken bozmazdık, üzmezdik de. Zararımız yoktu kimselere. Sporcunun da ahlaklısını severdik. Åžahsiyet meziyet ayrımında ÅŸahsiyetti tercihimiz. “Filancayı hiç sevmem, o.ç’nun önde gideni, ama iyi topçu” demezdik. Türlü hile ve hurdayı, ahlaksızlığı ve çirkinliÄŸi “profesyonellik çerçevesinde yapılan” hareketler olarak deÄŸerlendirmezdik. Vurmadan kırmadan parçalamadan kazansak iyi olurdu, ama kazanmasak da olurdu. Ä°lla da endüstriyel olacaksa, bizim “endüstriyel futbolumuz” işçinin hakkını vermeliydi, ihaleye fesat karıştırmamalıydı, çevreyi kirletmemeliydi, kirli atıklarını en yakın dereye boÅŸaltmamalıydı, dereyi de sevmeliydi, balıkları da.

Sonra ne olduysa oldu…Trafikte beÅŸ saniye önce türlü küfürler savurduÄŸu adamın yaptığının aynısını yapmak için aradan iki dakika bile geçmesine gerek olmayan yıllara gelmiÅŸtik…Tam olarak hangi yıllara tekabül eder futbolun bu kadar çirkinliÄŸi barındırır hale gelmesi bilmiyorum. Ä°lk taşı kim attı, ilk kurÅŸunu kim sıktı bilmiyorum. Ne olursa olsun sevmekten, ne olursa olsun kazanmaya doÄŸru ne zaman evriliverdi mevzu bilmiyorum. Lakin durduramadık. Geri döndüremedik. Gitme kal diyemedik. Her göz yumuÅŸumuz, her “bu sefer de böyle kazanalım” deyiÅŸimiz, her haksız kazanca seyirci kalışımız, her hakemi aldatışımız, her tribünlere oynayışımız, her maç öncesi ve sonrası açıklamamız, her canlı yayın ve spikerimiz, her köşe yazarımız ve köşe yazımız, her yöneticimiz ve baÅŸkanımız, her tezahüratımız ve her ıslığımız, her sevinmekten çok meydan okur halimiz, her üzülmekten çok isyan eder halimiz ile koca bir bardaÄŸa damlalar damlattık. Bardağı doldurduk, taşırdık.

Lanetlerden lanet okuduÄŸum bir Ä°nönü gecesiydi. BeÅŸiktaÅŸ… Hani ÅŸu halkın takımı olan, hani diÄŸer büyüklere büyüklük taslamayan, mütevazı bir duruÅŸa sahip olmayı büyük olmaya yeÄŸleyen, hani ÅŸu ÅŸampiyonluÄŸun averaj hesabına kaldığı son hafta, rakibi hiç bir ar duygusuna kapılmadan 8 tane atarken, kendi maçını güç bela 3-1 kazanan, hani ÅŸu ÅŸerefli ikinciliklerin takımı, hani ÅŸu centilmenler centilmeni, beyefendiler beyefendisi, rakip takımla aynı uçaktayken sevinç kutlaması yapmaktan imtina eden adam Süleyman Seba’nın onursal baÅŸkan olduÄŸu, taraftarının akla ilk gelen özelliÄŸi vefa olan, yaÄŸmurlu bir günde aşık olunan BeÅŸiktaÅŸ. Kazanmak adına bu kadar aleni bir ÅŸekilde ÅŸirretleÅŸen ve çirkefe bulanan bir takımı bütün bir tribünün yer yer alkışladığını, çoÄŸu kere sükut ettiÄŸini görmekti sanırım bardağı taşıran damla. O toz pembe, o destansı takım tutkusu bir karton aslan, bir yazılmış tarih, bir uydurulmuÅŸ efsane gibi geldi gözüme birden. Aldığı küçücük bir darbe sonucu veya belki aslında hiç olmayan o darbe sonucu yerde yatıyordu, o güzeller güzeli çubuklu siyah beyaz formayı sırtında taşıyan bir BeÅŸiktaÅŸ’lı futbolcu. Rakibin hakkına tecavüz eden ve rakibe saygıdan nasibini almamış, hakemi ve tribünleri aldatma çabası ile yerde kıvranan o adama tek tepki olmadığı gibi, bu davranış “profesyonelce” görünüyordu çoÄŸunluÄŸa. Hatta o yerde yeten adama iki çift laf eden bana, yerimin rakip tribünler olduÄŸunu filan söylüyordu bir grup. Anlamıştım nihayet. Artık bir kazanış biçimi, bir üstün gelme biçimiydi bu. Ne olursa olsun kazanış biçimi. Ne olursa olsun baÅŸarış biçimi. Atıklarını en yakın dereye boÅŸaltan, kârdan baÅŸka amaç ve ideal taşımayan halka açık bir ÅŸirket gibiydik. Hepimiz ortaktık. Derenin de canı cehennemeydi, balıkların da…

Hiç bu kadar takım sevgisinin aslında haketmediÄŸi kadar efsaneleÅŸtirildiÄŸini düşünmemiÅŸtim. Hiç bu kadar neresinden tutsan elde kalır bir hale de gelmemiÅŸti futbol. Her daim savunulacak bir taraf bırakırdı bize. Sığınıverirdik o güzelliÄŸe. Artık yok. Kalmadı. Beceremedik sevmeyi. Derenin de canı cehenneme balıkların da…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Hibernate Criteria API – Restrictions.sqlRestriction metodu

Cumartesi, 01 Mar 2014 Yorum yapılmamış

Hibernate Criteria API’de hazırlanmakta olan sql’e “native sql” ekleyebilmemizi saÄŸlayan özel bir metot bulunuyor; Restrictions.sqlRestriction(). Özellikle veritabanı fonksiyonlarından faydalanmak istediÄŸimizde veyahut da düz sql ile daha kolay halledebileceÄŸimizi düşündüğümüz durumlarda kullanışlıdır da.

Fakat bu metodun tek parametre alan hali sorunlara yol açabilir. EÄŸer kullanıcı tarafından(ekrandan, dosyadan vs.) girilen deÄŸer bu sql ifadesine doÄŸrudan parametre olarak ekleniyorsa muhtemel bir “sql injection” veya yapısı bozulan bir sorgu(missing right/left parenthesis, invalid character vs.) ile karşılabilirsiniz.

Bu durumlardan sakınmak için metodun parametrelerinin tipini de belirtebildiğimiz versiyonunu kullanmak gerek.

//...
Criterion criterion = Restrictions.sqlRestriction("NLS_LOWER(USER_NAME, 'nls_sort = XTurkish') like  '" + userName + "'");
//...

ÅŸeklinde parametreyi sql ifadesine doÄŸrudan eklemek yerine

//...
//Tek parametre olmasi durumundaki kullanim
Criterion critCode = Restrictions.sqlRestriction("NLS_LOWER(USER_NAME, 'nls_sort = XTurkish') like ? ", userName, StandardBasicTypes.STRING);
//...
//Birden fazla parametre olmasi durumundaki kullanim
Object[] parameterValues = new Object[]{userName, userSurname};
Type[] parameterTypes = new Type[]{StringType.INSTANCE, StringType.INSTANCE};
criteria.add(Restrictions.sqlRestriction("NLS_LOWER(USER_NAME, 'nls_sort = XTurkish') like ? or NLS_LOWER(USER_SURNAME, 'nls_sort = XTurkish') like ? ", parameterValues, parameterTypes));
//...

şeklindeki kullanım daha doğru olur.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Refactoring

Pazar, 23 Åžub 2014 3 yorum

Büyük oranda Martin Fowler’ın “Refactoring – Improving The Design of Existin Code” kitabından faydalandığım Refactoring eÄŸitiminin sunumunu paylaÅŸayım dedim, bir faydası dokunması umuduyla.

Martin Fowler‘ın tanımıyla Refactoring yazılımın gözlemlenen davranışlarını deÄŸiÅŸtirmeyen, fakat iç yapısını deÄŸiÅŸtiren bir dizi küçük iyileÅŸtirmedir.

Sunum kabaca şu başlıklardan oluşuyor;

  • Refactoring Nedir ?
  • Neden Refactor Etmek Gerek ?
  • Ne Zaman Refactor Etmek Gerek ?
  • Nasıl Refactor Etmek Gerek ?
  • Refactoring KataloÄŸu

Not : “Refactoring”, “refactor etmek” gibi tabir ve terimlere Türkçe’de getireceÄŸim karşılıklar kulak tırmayalayabileceÄŸi için oldukları gibi kullanmak durumunda kaldım.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail