ArÅŸiv

Yazar ArÅŸivi

Eyyub el-Ensari House !

Pazar, 23 Åžub 2014 3 yorum

Tam olarak hatırlayamadığım bir hikaye var. Google’da her ne ÅŸekilde arattıysam da bulamadım. Hikaye kabaca şöyle;

Adamın biri devrin alimlerinden biriyle sohbet ederken bir soru sorar. Efendim Kûfe’de kuyuya atılan Peygamber oÄŸlunun adı neydi ? Alim adamın neyi sorduÄŸunu anlar. Ve der ki “Evladım sorun o kadar yanlış ki, neresini düzeltsem bilemedim. Bir kere Kûfe deÄŸil orası Kerbela. Sonra kuyuya atılmadı, kılıçla öldürüldü o. Ayrıca Peygamber’in oÄŸlu da deÄŸil, torunuydu o. Hüseyin…”

Tek kelimeyle ürpertici bir baÅŸlık. Sakil, yakışıksız, hatta tam bir oksimoron. O kadar sorunlu ki neresini düzeltsem, neresine eleÅŸtiri getirsem bilemedim. Bir Türk iÅŸadamı Maldivler’de satın aldığı adaya bir tatil köyü inÅŸaa etmiÅŸ. Ä°slami usül ve kaidelere uygun olduÄŸunu iddia ediyor. Reklamını da bu ÅŸekilde yapıyor. Cüretsiz, hadsiz, sahtekarca olduÄŸu kadar ahlaksız bir kapitalizm de taşıyor bu reklamlar. Sirke kübü sirke sızdırıyor.

“Herkes Maldivler’e gidiyor, siz de alın siz de gidin” diyor,
“Herkes Maldivler’e gidecek” diyor,
“Düne kadar Maldiv Adaları’nda tatil yapmayı sadece hayal ederdik. Zamazingo ÅŸirketi hayalleri gerçeÄŸe dönüştürmede her zamanki gibi sınır tanımadığını yine gösterdi!”
diyor.

Düpedüz günümüzün ahlaksız kapitalizm zihniyeti bu. Konformist bile, hedonist hatta. Ne pahasına olursa olsun satmak isteyen kafa bu. Herkesin herÅŸeyi yapabileceÄŸini, isteyebileceÄŸini ve sahip olabileceÄŸini pompalayan, “ölümüne tüketin ulan” diyen zihin bu. Hiç yabancı deÄŸil ki. Bildik biz sizi. Tanıdık. O zaman o Eyyub el-Ensari ne ? Neyin kafası bu, neyin dumanı ? Ki o sahabe, hani o sizin satmayı düşündüğünüz konforundan, pohpohladığınız zevklerinden bütünüyle vazgeçerek, vatanından binlerce kilometre ötelerde, Ä°stanbul’da hiç bir ÅŸeyi olmayarak, bir ideal uÄŸruna ÅŸehit olmuÅŸtur.

Üç kuruÅŸluk ahlakınız ve beÅŸ kuruÅŸluk aklınızla hitap ettiÄŸinizi düşündüğünüz insanların, pardon “hedef kitle” nin sıradan bir mensubu, bir müslüman olarak toptan reddediyorum söylemlerinizi, tasvir ettiÄŸiniz o hayali. Yok öyle bir hayalimiz. Peygamber yoldaşını reklamınızın odağı, ürününüzün nesnesi haline getirmenizi ve onun ismini karlılığınıza payanda etme fikrinizi ÅŸaÅŸkınlıklar içerisinde izliyoruz, esefle hatta mümkün olsa uçan tekme atarak kınıyoruz.


“YetmiÅŸ dokuzun kışıydı,
Sertti, soÄŸuktu
İstanbul’a kar yağıyordu..
Kömür yanıyordu sobalarda
Geceleri polisler, bekçiler oluyordu..
Bir de biz oluyorduk
Ölümüne üşüyorduk ha
Yalan yok polisler de üşüyordu
…”

“Batsın bu dünya, sende mi leyla, itirazım var yalana dolana
Ve ben böyle dolana dolana
Ellerim cebimde dudağımda ıslığım, başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Orhan Veli tadında basıp voleyi yürüyeceğim hayatın sonuna kadar
Hiç tasalanmayın abiler
Paramız yoksa da haysiyetimiz var…
…”

gibi efsane dizelerin sahibi Ä°brahim Sadri’nin bu reklamı seslendirmekten imtina etmemiÅŸ olması, “yapmayı tercih etmiÅŸ” olması da ayrı bir kahır sebebi.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Bir Şarj Aletinin Düşündürdükleri

Cumartesi, 23 Kas 2013 Yorum yapılmamış

Ne kadar üstün bir teknoloji olabilir ki bir ÅŸarj aleti diyerekten ucuz bir ÅŸarj aleti aldım. Çok kullanamadan bozuldu. Denk geldi herhal dedim. Aynı fikirdeydim hala. “Bu kadar basit bir alet için çok para ödemek gereksiz” diyordum. Gittim, deÄŸiÅŸtirdim bir baÅŸka ucuz ÅŸarj aleti ile. Hiç kullanamadım. Zira prize tutunamayıp ikide bir düşmesi şöyle dursun ÅŸarj bile etmiyordu kendisi. Üçüncü sefere, artık biraz da sinirlenerek, paraya kıyıp Samsung’un kendi ÅŸarj aletlerinden aldım bir tane. Sorun yok, temiz, bir ÅŸarj aleti için şık bile hatta.

Aslında bu gibi durumlarda insan biliÅŸsel çeliÅŸkiyi(davranış-tutum ve düşünce arasında çeliÅŸki durumu) ortadan kaldırmak için dışsal gerekçeye sığınarak “çok para verdik ama deÄŸdi, çok iyiymiÅŸ meÄŸer” filan gibi cümleler söyler. Söylemiyorum. Ahan da ÅŸu teoriyi savunuyorum;

Acaba Samsung, Apple veya Sony gibi markalar bu kadar kalitesiz, bu kadar bozulmaya meyilli aksesuarları üreten fason ÅŸirketler kuruyor veya hiç deÄŸilse gizliden gizliye destek saÄŸlıyor olabilirler mi ? Böylece çok büyük oranlarda kar edecekleri markalı aksesuarlarının ÅŸanı yücelir, cazibesi artar. Ve o çabuk bozulan, kalitesiz ve markasız ÅŸeylerin kötü ünvanı aslında halk gazetesindeki “hiç düşünme, paraya kıy orjinalini al” söylemlerini beslerler.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Karpuz KabuÄŸundan Gemiler Yapmak’tan

Pazartesi, 04 Kas 2013 3 yorum

Yok bu sefer filmden bahsetmiyorum. Adı güzel kendi güzel Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde pek bilinmedik, daha önce duymadığım iki atasözü, bir de deyim vardı. Bayıldım. Söz uçar da da yazı kalır dedim. Ahan da yazıyorum;

Karpuz kabuÄŸundan gemiler yapmak : Olmayacak ÅŸeylere umut baÄŸlamak.

Eşek eşeği ödünç kaşır : Çıkarcı kişi, yardım ettiği kişi de ileride kendisine yardım edecektir beklentisiyle yardım eder.

Acemi nalbant gavur eÅŸeÄŸinde öğrenir : “MesleÄŸinde ustalaÅŸmamış kimse, ilk denemelerini deÄŸersiz malzeme üzerine yapar” anlamında kullanılan bir söz. (TDK)

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Benim Dünyam

Pazar, 03 Kas 2013 3 yorum
Benim Dünyam

Benim Dünyam

(Geniş zaman anlatımının başı)
Varlıklı bir ailenin kızı olan Ela’nın (Beren Saat) iki yaşındayken iÅŸitme ve görme engelli olduÄŸu anlaşılır. Haber aileyi derinden sarsar. Ela büyüdükçe sorunlar da büyür. Akıl hastanesine yatırmak konusunda anne(Ayça Bingöl) direniyor, baba ısrar ediyordur. Tam da bu vakit konuda uzman bir eÄŸitmen-öğretmen olan Mahir hoca (UÄŸur Yücel) çıkar ortaya. Baba ile Mahir hoca arasındaki gerginlik, Ela’nın çaresizliÄŸi, annenin arada kalmışlığı derken Mahir Hoca sonunda baskın gelir ve Ela’ya bir ÅŸeyler öğretebileceÄŸini kanıtlar. Bundan sonrası Mahir hoca ile Ela’nın birlikte yürüyecekleri ve filmin de asıl hikayesi olan uzun bir yoldur.
(Geniş zaman anlatımının sonu)

(Filmi izlememiş olanlar duymamamsı gereken şeyler duyabilir bundan sonra…)

Yazı Tura gibi bir kült filmi ve efsane televizyon dizisi Ä°kinci Bahar‘ı çekmiÅŸ, ama öte taraftan Ejder Kapanı gibi vasat bir filme de imza atmış UÄŸur Yücel televizyon dizileri döneminden sonra televizyon dizisi tadında bir filmle karşımızda. Yekten fikrimi beyan etmiÅŸ oldum. Ki zaten bir filmi yeniden çekmenin esprisi nedir, meçhul bir hikmeti filan mı vardır bilmiyorum, bilen varsa beri gelsin. Geçen sene Özcan Deniz A Moment To Remember‘ı “Evim Sensin” adıyla yeniden çekmiÅŸti. Bu kez UÄŸur Yücel Black‘i “Benim Dünyam” adıyla yeniden çekti. Yine de bir film, sırf bir filmden uyarlama diye kötü olmaz. Ä°yi bile olabilir. Hatta yeterince iyi bir yorum sunarsa küçük ÅŸirinleri bile gösterebilir.

Beren Saat’in görme, iÅŸitme ve dolayısıyla konuÅŸma engelli bir kızı son derece inandırıcı bir ÅŸekilde oynadığını söylemek gerek. Bir de UÄŸur Yücel’in yaÅŸlı Mahir Hoca’yı UÄŸur Yücel gibi oynadığını. Filmin asıl -ve belki de tek- baÅŸarısı ise kostümler ve mekanlarla birlikte biri orta yaÅŸ üzeri, diÄŸeri yaÅŸlı olmak üzere iki Mahir hoca arasındaki geçiÅŸi hakkıyla gerçekleÅŸtirmiÅŸ olmasıdır.

Benim Dünyam

Filmi izlememiÅŸ birinin muhtemel odur ki meraklanacağı en muhim ÅŸey böylesi bir kızın nasıl olup da üniversiteye kabul edilecek denli bir görgü ve bilgiyi edindiÄŸi olsa gerek. Bu, adından da belli olacağı üzere mahir adam, Mahir hocanın elindeki sihirli deÄŸneÄŸi görmek ister insan. Ki filmin başında da bu merak ciddi biçimde besleniyor. Ama o da nesi, koca filmde pilavı kaşıkla yemeÄŸi öğrendiÄŸinden baÅŸkasını göremiyoruz. Sonra birden, üniversiteye kabul edilip edilmeyeceÄŸinin belirleneceÄŸi kurulda kendisine sorulan bir soru üzerine, deÄŸme felsefeciye taÅŸ çıkaracak ÅŸekilde “bilgi” nin tanımını yapan Ela çıkıveriyor karşımıza. Bunlardan baÅŸka bir de Ela’nın iÅŸaret diliyle anlattıklarını kah Mahir Hoca’nın sesli olarak tekrarladığını görüyoruz, kah bir altyazı beliriveriyor. Fena halde sakil. “Yarın öğleden sonra sahildeki çay bahçesine gidelim diyorsun öyle mi ?” Hee olma mı…

Filmin bir diÄŸer eleÅŸtiri hakeden tarafı başından sonuna kadar öğretici, ima etmektense doÄŸrudan söyleyici bir söylemden kurtulamaması. Gösterdikleriyle yetinmeyerek üstüne bir de gösterdiklerinde ne anlattığının altını çizme çabası. Malumdur “Sözün tamamı aptala söylenir”. Ä°ma zekaya hastır. Ä°ma sanattır. Sinema göstermek sanatıdır. Sinema imadır : ) Seyirciye gösterdiÄŸinden ziyade bir de ne anlaması gerektiÄŸini, asıl “çıkarılması gereken” dersin filan ne olduÄŸunu söyleyen düzgün ve vurgulu cümleleri dillendiren dış seslerin sinir bozucu olmaktan baÅŸka bir etkisi yok. Öte taraftan dramın bu kadar halihazırda mevcut olduÄŸu, hikayenin bizatihi son derece dramatik olduÄŸu bir filmde dahi öyle çok matah bir dram da çıkmamış ortaya. Dizilerden az öte, yeÅŸilçamdan çok beri.

UÄŸur Yücel’den çok daha iyilerini bekliyor insan…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Gravity (Yerçekimi)

Pazar, 27 Eki 2013 2 yorum
Gravity (Yerçekimi)

Gravity, Hubble teleskobunu tamir etmekle meÅŸgul bir grup astronotun baÅŸlarına gelen bir felaket sonrası hayatta kalma mücadelelerini konu alıyor. BaÅŸrolleri -tüm rolleri aslında- Sandra Bullock ve George Clooney oynuyorlar. Her ne kadar yakın plan çekimler fazla olsa da çoÄŸunlukla astronot baÅŸlığı içinde yüzlerini bile seçmekte zorlandığımız ve yine çoÄŸu hareketleri bir takım teknolojik araç gereçler eÅŸliÄŸinde gerçekleÅŸtiÄŸi için oyunculuÄŸun öne çıkmasına fırsat verecek bir film deÄŸil Gravity. Lakin ÅŸuradan görebileceÄŸimiz üzere Sandra Bullock’un oynadığı Ryan rolü için Natalie Portman ve George Clooney’nin oynadığı Matt rolu için Robert Downey Jr. düşünülüyormuÅŸ ilk zamanlar. Daha yerinde olurmuÅŸ demeden edemeyeceÄŸim.

Tür olarak bilim kurgu değil. Bilim var da kurgusu yok. Filmde geçenler mevcut bilim-teknik ile yaşanan, yaşanabilir olaylar. Tam olarak dram-gerilim türü bir uzay filmi. Öyle içinde uzay geçen her film bilim-kurgu değildir.

Galiba bol yıldızlı veya bol eÄŸlenceli veya bol aksiyonlu, tez zamanda popüler olması muhtemel, hasılat beklentisi yüksek filmleri ifade etmek için kullanılan “giÅŸe filmi” tabirinden baÅŸka bir de büyüsünü sadece salonda izleyerek algılayabileyeceÄŸimiz filmlere bir tabir gerek. “Salon filmi”, “perde filmi” filan denebilir mesela. Hobbit, Dark Knight, Superman, Spider Man, Avengers gibi filmleri evde izlemek ile sinemada izlemek arasında gece ile gündüz kadar fark var.

Gravity (Yerçekimi)

Gravity tam olarak böylesi bir film. KliÅŸe tabirle görsel şölen. David Copperfield’ı izlemek gibi. Olan bitenden gözünü alamama durumu. Fena halde bastıran bir “seyretme” güdüsü. Bu etkide en büyük pay sahibi insan bünyesinde deÄŸiÅŸik duygular uyandıran uzaydan Dünya görünümü ile ürpertici uzay boÅŸluÄŸunun hemen her sahnede arka planda oluÅŸu ve filmin önemli bir bölümünde ÅŸahit olduÄŸumuz yerçekimsiz ortamın cazibesi. Senaryo, kurgu filan olmasa ve kamera dümdüz orayı burayı çekse izlenir bu arka plan. 3D çekimlerin hakikaten üç boyut duygusu vermesi, görsel efektlerin, kamera hareketlerinin, sesin, müziÄŸin ve diÄŸer bütün teknik detayların fevkaledenin fevkinde oluÅŸu ile bir sinema filminden beklenebilecek pek çok ÅŸeyi pek çok iyi yapmış film. Etkilenmemek mümkün deÄŸil.

(Filmi izlememiÅŸ olanlar duymamamsı gereken ÅŸeyler duyabilir bundan sonra…)

Gravity (Yerçekimi)

Filmle ile ilgili çeşitli eleştirilerde ve astronotlarla yapılmış röportajlarda filmin bir çok teknik hata içerdiğinden bahsedilmiş. Fikrimce bunların bir çoğu gözardı edilebilir. İzleyicinin beğenisini, etkilenişini değiştirecek şeyler de değiller. Meğer bizim atmosferimiz mavi ışığı kırdığı ve dağıttığı için sarı gördüğümüz Güneş, uzaydayken beyaz gözükürmüş. Astronotlar astronot kıyafetlerinin içine öyle havalı iç çamaşırlar değil de özel tasarlanmış bir içlik giyerlemiş. Kimin umurunda.

Ve fakat sinema görsel olduÄŸu kadar soyut ve edebi bir sanat da aynı zamanda. Dolayısıyla bir filmi sadece görsel yanıyla, çekim marifetleri ile deÄŸerlendirmek hata olur. Ardada sıralanmış görüntülerin ve senaryo metninin bir arada anlatabildiÄŸi cümlelerin, hissettirdiÄŸi duyguların olmasını, görsel olarak çok yukarı seviyelere çıkmış olanın mana olarak yüzeyde kalmamasını bekleriz. Gravity’de eksik ve 2001:A Space Odyssey‘de fazlasıyla mevcut olan budur. Ne uzay boÅŸluÄŸunda bir başına hayatta kalma mücadelesinin derinliÄŸine inebilmiÅŸ, ne o büyük çaresizlik havasını hissettirebilmiÅŸ, ne de bir astronotun çok kendine has, çok benzersiz olmasını beklediÄŸimiz ruh haline, duygularına ışık tutabilmiÅŸ. Herhangi bir aksiyon, gerilim veya korku türü filmde rastlayabileceÄŸimiz hayatta kalma mücadelesinden, yaÅŸamak isteÄŸinden çok farklı, çok ötelerde olan bu durumu pas geçmiÅŸ neredeyse.

Bir de iki karakterden birisi panik, stres ve endiÅŸeler içinde hakikatli bir çaresizlik hissi yaÅŸarken ve biraz biraz bize de yaÅŸatabilirken bunu, diÄŸerinin rahat, esprili ve olup bitenlere kayıtsız, cennetten tapulu o rahat hali yaÅŸananların bir kurgu olduÄŸu, aksettirilmeye çalışılan gerçekliÄŸin az sonra duyulacak “kestikk” sesiyle bitiverecek olan bir oyun, ÅŸakacıktan bir felaket olduÄŸu hissiyatı oluÅŸturuyor insanda. Veya en hafifinden, yine o bildik, kabak tadı vermiÅŸ mutlu sonun, ferahlatan kurtuluÅŸun yaÅŸanacağı ÇarÅŸambadan belli oluyor. Daha güzel tabirle; “AÄŸzını büzüşünden Ömer diyeceÄŸi belliydi…”

Bütün olumsuz veya eksik taraflarına rağmen nihai olarak son derece etkileyici ve başarılı bir film olduğunu söylemek gerek.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:,

Sivil Dikkatsizlik

Perşembe, 24 Eki 2013 Yorum yapılmamış

An itibariyle herkesin hissederek, sezerek bildiği bir şeye daha birilerinin vakti zamanıyla güzel bir isim verdiğini öğrenmiş bulunuyorum; sivil dikkatsizlik.

“Amerikalı sosyolog Erving Goffman, sivil dikkatsizliÄŸi, bir ÅŸehirde yabancılar arasında yaÅŸamayı mümkün kılan teknikler arasında en baÅŸta saymıştır. Sivil dikkatsizlik, kiÅŸinin bakmıyor ve dinlemiyor gibi yapmasıdır; ya da en azından kiÅŸinin bakmadığı, iÅŸitmediÄŸi ve hepsinden önce çevredekilerin ne yaptıklarıyla ilgilenmediÄŸi havasını verecek bir tavır takınmasıdır. En yalın haliyle kendini göz göze gelmekten kaçınmakta ortaya koyar. (Gözlerin karşılaÅŸması her zaman yabancılar arasında izin verilebilir olandan daha kiÅŸisel bir iliÅŸkiye davettir; bu da kiÅŸinin anonim kalma hakkından vazgeçmesi ve baÅŸka insanların gözünde görünmez kalma yönündeki varsayılan hakkından ve kararlılığından feragat ettiÄŸi veya bunları askıya aldığı anlamına gelir). Göz göze gelmekten itinayla sakınmak kiÅŸinin gözleri ara sıra ya da kazara baÅŸka birine kaysa bile, dikkat etmediÄŸinin alenen ilanıdır. (Aslında kiÅŸisel karşılaÅŸma amaçlanmadıkça kiÅŸisnin gözlerinin durmamak ve odaklanmamak koÅŸululyla kaymamasına izin verilir). Hiç bakmamak da mümkün deÄŸildir. Herhangi bir yerleÅŸim merkezinin sokakları çoÄŸu zaman kalabalıktır ve sırf bir yerden baÅŸka bir yere gitmek bile, çarpışmadan kaçınmak için önünde uzanan yol ile yolda dikilen ve hareket eden her ÅŸeyin dikkatle gözlenmesini gerektirir. Gözlem yapmadan duramasak bile, bu, bakışımızın takıldığı insanları rahatsız ve tedirgin etmeden, hissettirilmeden yapılmalıdır. KiÅŸi bakmıyormuÅŸ gibi yaparak görmelidir; bu, sivil dikkatsizliÄŸin özüdür. Her gün yaÅŸadığınız, kalabalık bir maÄŸazaya girme, bir tren istasyonunun bekleme salonundan geçme ya da yalnızca okula giderken sokakta yürüme deneyimlerini düşünün;kaldırımda güven içinde yürümek ya da bir maÄŸaza ya da sergideki vitrinleri ayıran geçitler arasında dolaÅŸmak gibi, yapmış olmanız gereken bütün o küçük küçük hareketleri düşünün; ve yanında gelip geçtiÄŸiniz sayısız yüz arasından ne kadar azını hatırlayabildiÄŸinizi, aynı maÄŸazada ya da aynı caddede geçiÅŸtiÄŸiniz ne kadar az yüzü betimleyebileceÄŸinizi düşünün. “Dikkat etmeme” -yabancılara, önünde gerçekten önemli ÅŸeylerin olup bittiÄŸi boÅŸ bir perde olarak bakma- gibi zor bir sanatı ne kadar iyi öğrenmiÅŸ olduÄŸunuza ÅŸaşıracaksanız.

Yabancıların birbirine karşı davranışlarında gözettikleri özenli, incelikli dikkatsizlik, kentsel koÅŸullarda yaÅŸamı sürdürme açısından tartışmasız çok deÄŸerlidir. Ancak bunun sevimsiz sonuçları da vardır. Bir köyden ya da küçük bir kasabadan yeni gelmiÅŸ biri genelde büyük ÅŸehrin kendine özgü aldırışsızlığı ve soÄŸuk ilgisizliÄŸi karşısında ÅŸaşırıp kalır. Ä°nsanlar sanki öteki insanlara dikkat etmezler. Canlı olarak insanlara bakmadan gelip geçerler. EÄŸer başınıza kötü bir ÅŸey gelse, kimsenin kılının kıpırdamayacağına bahse girebilirsiniz. Sizinle onlar arasında bir sakınma duvarı, hatta belki de bir antipati duvarı çekilmiÅŸtir; bu, kimsenin aÅŸmayı düşünemeyeceÄŸi bir duvar, kapatma ÅŸansının pek olmadığı bir mesafedir. Ä°nsanlar boÅŸuna ümitlenecek kadar fiziksel yakınlık içindedirler, ancak ne var ki manevi bakımdan -zihinsel, ahlaki- olarak biribinden sonsuz uzak kalmayı baÅŸarırlar. Onları ayıran sessizlik ve yabancıların varlığında hissedilen tehklike karşısında becerikli ve vazgeçilmez bir silah olarak kullanılan mesafe koyma bir tehdit gibi algılanır. Kalabalıkta kaybolmuÅŸ biri kendi kaynaklarıyla baÅŸbaÅŸa bırakılmış hisseder kendini; önemsiz, yalnız ve vazgeçilebilir hisseder. Özel alanı tecavüz karşısında korumaya dayalı güvenlik, yalnızlık olarak geri teper…

(Zygmunt Bauman – Sosyolojik Düşünmek)

Kavram olarak üzerine ekleyecek bir sözüm yok. Haddime de değil. Lakin bu durum, işte bu sezerek bildiğiniz şeyin halihazırda bir adı, literatürde bir karşılığı olduğunu görmek günün orta yerinde gece görülen rüyayı hatırlamak gibi, çoktan seçmeli olsa seçebileceğiniz, ama aslında tam olarak bilemediğiniz bir sorunu cevabı gibi.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Jagten (The Hunt – Onur Savaşı)

Çarşamba, 23 Eki 2013 1 yorum


Tam da Kim Ki Duk’un son filmi Moebius‘un sinemalarımızda “Kim Ki Duk’tan Moebius” adıyla gösterime girmesinden bahsediyorduk. Åžaka mısınız ? Filmin adına yönetmenin adının eklendiÄŸi nerede görülmüş. En fazla “a film by Kim Ki Duk” filan der, ilgili arkadaÅŸlara göz edersin. Veya “Oscar nominated director”, “Oscar winner director” filan dersin cezbetmek adına. Geçelim…

Jagten girdi bir hafta sonra. Film isimlerinin birebir çevirilmesi gerektiÄŸi gibi bir kanatim yok elbette. Elin “çattık” dediÄŸine biz “ettik” diyebiliriz. CoÄŸrafya, kültür ve dil farklılıklarından ötürü birebir çevirinin kötü olacağı durumlar vardır. Örneklendirmeye gerek yok. Lakin bu öyle bir ÅŸey deÄŸil. Danimarkalının Jagten, Ä°ngilizin The Hunt, Fransızın La Chasse dediÄŸine Onur Savaşı denmez, dememelisin. Ãœstelik filmin orjinal adı filme müthiÅŸ yakışmış, dolaylı anlatımlara filan da sahip tek başında. Kaldı ki verdiÄŸin isim kötü olmaktan baÅŸka filme dair saÄŸlam bir ön bilgi(spoiler) de içeriyor. Filme geçelim…

Filmi izlemeyenleri uyarayım. Duymamanız gereken şeyler duyabilirsiniz.

(Çok sevmesem de, filmin konusunu anlatmak işini geniş zaman anlatımından başka bir anlatımla pek beceremiyorum. Hoş görüle, es geçile)

ArkadaÅŸ sohbetleriye, dost meclisleriyle ve geyik avcılığıyla hayatlarına devam eden güzel insanların yaÅŸadığı soÄŸuk bir Danimarka ÅŸehri. Çocuklarla arası gayet iyi olan orta yaÅŸlarındaki Lucas öğretmendir ve yalnız yaşıyordur. Okulların tatil olduÄŸu dönemde bir kreÅŸte çalışmaktadır. Sonrasında Lucas’ın en yakın arkadaşının küçük kızının hangi ÅŸartlar ve psikoloji içinde söylediÄŸi filmin geri kalanında biraz biraz anlaşılan yalanı ile hikayenin seyri deÄŸiÅŸir. Lucas çevresi tarafından ötelenmeye baÅŸlar. Hemen hemen bütün eÅŸi dostu aynı tereddütleri yaÅŸar, aynı sorulara cevap arar. Buldukları cevaplar farklıdır. Ä°nsan kırk yıllık dostunu hakikaten de tanıyamamış olabilir mi ? Küçücük bir çocuk böylesi bir yalan söyler mi ? Söylerse neden söyler ? Lucas hakikaten de bir sapkın mıdır ? Yok, masumsa gerçeÄŸi neden yüksek sesle haykırmıyor, isyan etmiyordur ? Mahkemelerin verdiÄŸi kararlar kiÅŸisel vicdan muhasebesini ne kadar deÄŸiÅŸtirir ? Çamurun izi hakikaten kalıyor mudur ? Ve saire. Tam da elde güzel sorular olunca güzel tartışmalar türediÄŸi gibi bu anlatımdan da güzel, saÄŸlam ve etkileyici bir film çıkıyor ortaya.

Hikaye çok bilindik, haberlerde, gazetelerde hatta belki çevremizde duymuÅŸ olabileceÄŸimiz türden aslında. Yalnız yönetmenin konuyu ele alış biçimi, birey ve ait olduÄŸu toplum arasındaki iliÅŸkinin çıkmazlarını, buhranlarını gösteriÅŸ biçimiyle sıradanın çok dışında. Bazen bir atasözü havasında “Hayat atasözlerinin haklılığına ÅŸahit olup durmaktan ibaret çoÄŸu kere” denilebilir hani. Jagten bizim kültürümüzde yer etmiÅŸ pek çok atasözü ve deyimi ilkokul kitaplarımızda okuduÄŸumuz metinlerin sonunda yer alan “metinden çıkarılacak dersler” bölümünde olduÄŸu gibi özetlemiÅŸ hissi uyandırdı bende. Küçücük bir kızın bambaÅŸka maksatlarla söylediÄŸi bir yalanın bütün bir eriÅŸkinler dünyasını alt üst etmesi “Bir deli kuyuya taÅŸ atar kırk akıllı çıkaramaz” gibiydi. Lucas’ın üstüne yapışan suçlama ve aleyhinde hiç bir delil olmamasına ve mahkemede aklanmasına raÄŸmen, toplum nezdinde “elini kolunu sallayarak gezen” bir suçlu muamelesi görmesi “Adın çıkar dokuza, inmez sekize” gibiydi. Ya da cinsel taciz iddiası karşısında küçük bir kız çocuÄŸuna mı yoksa kırk yıllık ahbabları Lucas’a mı laf konduramayacaklarını ÅŸaşıran ahalinin durumu “AÅŸağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık” gibi. Bir de akıllarda soru iÅŸareti bırakan son sahne ile bütün bir film boyunca Lucas’ın masumiyeti konusunda taraf olan, tüm şüphelerden uzak izleyiciye de “Bekara karı boÅŸamak kolay” der gibiydi…

Oyuncu seçimleri karakter ve çehre uyumu açısından çok yerinde. Mesela baÅŸrol oyuncusu Mads Mikkelsen(Lucas), hakkında bilinenleri her an ters yüz edebilecek soÄŸuklukta bir yüze sahip. Öte taraftan kemikli yüz hattıyla da kararlı bir izlenim veriyor. Ne öyle bir seri katil ruhu ya da bir cinsel sapkınlık, ne de ensesine vur lokmasını al saflığı taşıyor. Tam arada, tam dengede bir duruÅŸ. Ki 2012’de Cannes’da En Ä°yi Erkek Oyuncu ödülünü almış da zaten. Ya da küçük kızı canlandıran Annika Wedderkopp (Klara) o psikolojik gerilim-korku türü filmlerinden alışık olduÄŸumuz hafif sinsi, hafif bebeksi küçük yüzüyle istemsiz kötülükler, akla gelmeyecek iÅŸler yapabilecek potansiyele sahip çocuk havasını çok rahat ifade etmiÅŸ. Ne kadar iyi oynandığını destekelemek adına ÅŸu daha ilginç kendi adıma; filmin gerilim uyandırmak, hikayeyi çetrefillendirmek gibi bir derdi olmadığını, asıl ortaya koymak istediÄŸinin bunlardan çok baÅŸka ÅŸeyler olduÄŸu bildiÄŸiniz halde filmden sonra kendinizi alternatif hikayeler üretirken bulmak. Hani tam da ucu açık bırakılmış bir psikolojik gerilim türü filmden sonra olmayanı varmış, olanı öyle deÄŸilmiÅŸ gibi yorumlamaya çalışmak gibi.

Film 2012 yapımı olmasına karşın 2014 yılı için Danimarka’nın Oscar aday adayı imiÅŸ. Yolu açık olsun. Niyetlenip de gidecek olanlar çok niyetlenmesin. Zaten bir kaç salonda gösterilen film haftaya, olmadı diÄŸer hafta kalkar gösterimden. Zira çok müthiÅŸ filmler filan bekliyor sırada.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,