ArÅŸiv

‘Edebiyat’ kategorisi için arÅŸiv

Bir Yağmur Sonrası Gurbet İlde Akşam (Zaman)

Salı, 23 Oca 2018 Yorum yapılmamış

Roger Garaudy der ki;

Şiirde, ne muhakeme(akıl yürütme) yoluyla ne de benzetmeyle daha önce var olan öğelerin yeni bir birleşimi olamayacak bir şey ortaya çıktığında;

bilim ya da yöntemlerde, geçmişin bir uzantısı ya da düzenlemnesi olmayan bir şey göründüğünde;

sevgide, tabiattaki ya da insandaki içgüdülerin, sahiplenmelerin, bencilliklerin hiçbiriyle ilintisi bulunmayan bir özveriye rastlandığında;

tarihte, eski çatışmaların sonucu, onlar ya da onlardan devralınmış benzerlerinin gereği olmayan bir proje geliştiğinde;

iÅŸte o zamanda, insanoÄŸlu sadece tarihte Allah’n kendini gösterdiÄŸine ve yükseÄŸi alçaÄŸa indirgeme eÄŸilimini tersine çevirdiÄŸine ÅŸahit olmakla kalmaz, aynı zamanda kendi hayatında ve ortak tarihte yepyeni olanın -sanki kendisi nihâi kaynamış gibi- kendisine(insan) döndüğünü görür.

Ä°ÅŸte Garaudy’nin “Åžiirde, ne muhakeme(akıl yürütme) yoluyla ne de benzetmeyle daha önce var olan öğelerin yeni bir birleÅŸimi olamayacak bir ÅŸey ortaya çıktığında” dediÄŸi ÅŸiirlerden bir ÅŸiir. Kendisini oluÅŸturan kelimelerin anlamlarının çok ötesinde bir anlamı imâ ediyor. Bir hüzün taşıyor, ama melankolik deÄŸil. Ä°nsanın üzerine abanan, çöreklenen türden bir hüzün deÄŸil bu. Varolmak sancısını ümide dönüştüren bir hüzün. SonsuzluÄŸa seslenen bir öteler arayışı. Bilinmezin, görülmezin, duyulmazın perdesini aralamak ister gibi.

BestelenmiÅŸi de var ÅŸurada;

Kaybolur hayatın tarifsiz ahengi
Zaman bir tablodur düşer duvarlardan
Düşüncemi aşan gizli bir mimârî
Yükselir sonsuzluk manzaralarından.

Yaslasam başımı hatıralarıma
Bir şah damar gibi vuruyor hayâller
Vuslat bilemem ki hangi rüyalarda
Ayrılıktan şimdi üşür durur eller.

Bir yağmur sonrası gurbet ilde akşam
Ruhumun dinmeyen nedametleridir
Ağarmış saçımda eskiyen şu zaman
Sonsuza dökülen gizemli bir nehir.

Bir terennüm olur âh dudaklarımda
Gönlümde vuslatı sürükleyen hicran
Rüzgardır içimi körükleyen sevda
Bir yağmur sonrası gurbet ilde akşam.

(Abdûlbaki Kömür)

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Karpuz KabuÄŸundan Gemiler Yapmak’tan

Pazartesi, 04 Kas 2013 3 yorum

Yok bu sefer filmden bahsetmiyorum. Adı güzel kendi güzel Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde pek bilinmedik, daha önce duymadığım iki atasözü, bir de deyim vardı. Bayıldım. Söz uçar da da yazı kalır dedim. Ahan da yazıyorum;

Karpuz kabuÄŸundan gemiler yapmak : Olmayacak ÅŸeylere umut baÄŸlamak.

Eşek eşeği ödünç kaşır : Çıkarcı kişi, yardım ettiği kişi de ileride kendisine yardım edecektir beklentisiyle yardım eder.

Acemi nalbant gavur eÅŸeÄŸinde öğrenir : “MesleÄŸinde ustalaÅŸmamış kimse, ilk denemelerini deÄŸersiz malzeme üzerine yapar” anlamında kullanılan bir söz. (TDK)

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Sivil Dikkatsizlik

Perşembe, 24 Eki 2013 Yorum yapılmamış

An itibariyle herkesin hissederek, sezerek bildiği bir şeye daha birilerinin vakti zamanıyla güzel bir isim verdiğini öğrenmiş bulunuyorum; sivil dikkatsizlik.

“Amerikalı sosyolog Erving Goffman, sivil dikkatsizliÄŸi, bir ÅŸehirde yabancılar arasında yaÅŸamayı mümkün kılan teknikler arasında en baÅŸta saymıştır. Sivil dikkatsizlik, kiÅŸinin bakmıyor ve dinlemiyor gibi yapmasıdır; ya da en azından kiÅŸinin bakmadığı, iÅŸitmediÄŸi ve hepsinden önce çevredekilerin ne yaptıklarıyla ilgilenmediÄŸi havasını verecek bir tavır takınmasıdır. En yalın haliyle kendini göz göze gelmekten kaçınmakta ortaya koyar. (Gözlerin karşılaÅŸması her zaman yabancılar arasında izin verilebilir olandan daha kiÅŸisel bir iliÅŸkiye davettir; bu da kiÅŸinin anonim kalma hakkından vazgeçmesi ve baÅŸka insanların gözünde görünmez kalma yönündeki varsayılan hakkından ve kararlılığından feragat ettiÄŸi veya bunları askıya aldığı anlamına gelir). Göz göze gelmekten itinayla sakınmak kiÅŸinin gözleri ara sıra ya da kazara baÅŸka birine kaysa bile, dikkat etmediÄŸinin alenen ilanıdır. (Aslında kiÅŸisel karşılaÅŸma amaçlanmadıkça kiÅŸisnin gözlerinin durmamak ve odaklanmamak koÅŸululyla kaymamasına izin verilir). Hiç bakmamak da mümkün deÄŸildir. Herhangi bir yerleÅŸim merkezinin sokakları çoÄŸu zaman kalabalıktır ve sırf bir yerden baÅŸka bir yere gitmek bile, çarpışmadan kaçınmak için önünde uzanan yol ile yolda dikilen ve hareket eden her ÅŸeyin dikkatle gözlenmesini gerektirir. Gözlem yapmadan duramasak bile, bu, bakışımızın takıldığı insanları rahatsız ve tedirgin etmeden, hissettirilmeden yapılmalıdır. KiÅŸi bakmıyormuÅŸ gibi yaparak görmelidir; bu, sivil dikkatsizliÄŸin özüdür. Her gün yaÅŸadığınız, kalabalık bir maÄŸazaya girme, bir tren istasyonunun bekleme salonundan geçme ya da yalnızca okula giderken sokakta yürüme deneyimlerini düşünün;kaldırımda güven içinde yürümek ya da bir maÄŸaza ya da sergideki vitrinleri ayıran geçitler arasında dolaÅŸmak gibi, yapmış olmanız gereken bütün o küçük küçük hareketleri düşünün; ve yanında gelip geçtiÄŸiniz sayısız yüz arasından ne kadar azını hatırlayabildiÄŸinizi, aynı maÄŸazada ya da aynı caddede geçiÅŸtiÄŸiniz ne kadar az yüzü betimleyebileceÄŸinizi düşünün. “Dikkat etmeme” -yabancılara, önünde gerçekten önemli ÅŸeylerin olup bittiÄŸi boÅŸ bir perde olarak bakma- gibi zor bir sanatı ne kadar iyi öğrenmiÅŸ olduÄŸunuza ÅŸaşıracaksanız.

Yabancıların birbirine karşı davranışlarında gözettikleri özenli, incelikli dikkatsizlik, kentsel koÅŸullarda yaÅŸamı sürdürme açısından tartışmasız çok deÄŸerlidir. Ancak bunun sevimsiz sonuçları da vardır. Bir köyden ya da küçük bir kasabadan yeni gelmiÅŸ biri genelde büyük ÅŸehrin kendine özgü aldırışsızlığı ve soÄŸuk ilgisizliÄŸi karşısında ÅŸaşırıp kalır. Ä°nsanlar sanki öteki insanlara dikkat etmezler. Canlı olarak insanlara bakmadan gelip geçerler. EÄŸer başınıza kötü bir ÅŸey gelse, kimsenin kılının kıpırdamayacağına bahse girebilirsiniz. Sizinle onlar arasında bir sakınma duvarı, hatta belki de bir antipati duvarı çekilmiÅŸtir; bu, kimsenin aÅŸmayı düşünemeyeceÄŸi bir duvar, kapatma ÅŸansının pek olmadığı bir mesafedir. Ä°nsanlar boÅŸuna ümitlenecek kadar fiziksel yakınlık içindedirler, ancak ne var ki manevi bakımdan -zihinsel, ahlaki- olarak biribinden sonsuz uzak kalmayı baÅŸarırlar. Onları ayıran sessizlik ve yabancıların varlığında hissedilen tehklike karşısında becerikli ve vazgeçilmez bir silah olarak kullanılan mesafe koyma bir tehdit gibi algılanır. Kalabalıkta kaybolmuÅŸ biri kendi kaynaklarıyla baÅŸbaÅŸa bırakılmış hisseder kendini; önemsiz, yalnız ve vazgeçilebilir hisseder. Özel alanı tecavüz karşısında korumaya dayalı güvenlik, yalnızlık olarak geri teper…

(Zygmunt Bauman – Sosyolojik Düşünmek)

Kavram olarak üzerine ekleyecek bir sözüm yok. Haddime de değil. Lakin bu durum, işte bu sezerek bildiğiniz şeyin halihazırda bir adı, literatürde bir karşılığı olduğunu görmek günün orta yerinde gece görülen rüyayı hatırlamak gibi, çoktan seçmeli olsa seçebileceğiniz, ama aslında tam olarak bilemediğiniz bir sorunu cevabı gibi.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Eylül

Çarşamba, 28 Kas 2012 Yorum yapılmamış

İlk defa bir kitap hakkında yazıyorum. Yazmalıydım ama.

AÅŸkın bütün hallerini, sırlarını, tereddütlerini, çıkmazlarını ve açmazlarını, sevinçlerini, coÅŸkularını, umutlarını, melankolisini ve ızdıraplarını olabildiÄŸince çıplak ÅŸekilde ifade eden bir manifestodur gözümde Eylül. Kitabın tanıtım yazısında da söylediÄŸi üzere Mehmet Rauf‘a tek başına şöhret saÄŸlayan, üstadım dediÄŸi Halit Ziya’ya atfettiÄŸi eseri.

Olaylardan çok karakterlerin iç dünyalarının dillendirildiÄŸi, duyguların hakim olduÄŸu, derin ve uzun halet-i ruhiye tahlillerinin yer aldığı bir psikolojik roman, ki türünün memleketteki ilk örneÄŸi sayılıyor. Bu özellikleri ile Peyami Safa‘yı andırıyor, daha da ötesinde öncüsü gibi. Yalnızız, Bir Tereddüdün Romanı ya da Matmazel Noraliya’nın KoltuÄŸu ele aldıkları konular açısından olmasa da, üslup ve teknik açısından, bulunduÄŸu ahlaki çizgi açısından benzer Peyami Safa romanları.

Günümüzden bakıldığında kitabın dili ağır. Ãœslubu yavaÅŸ okutuyor. Öyle bir solukta okunan romanlardan deÄŸil Eylül, uzunca soluklar aldıran türden. Åžu saçma, kalitesiz, veya hiç deÄŸilse boÅŸ olduÄŸu düşünülen ama bir ÅŸekilde kendini izlettirdiÄŸi belli olan diziler misali, hikayeye yedirilmiÅŸ iç gıdıklayan, merak ettiren, magazinel mevzulara sırtını yaslayan aÅŸk romanlarından hiç deÄŸil. En yalın, en düz ifadesiyle “delikanlı” bir roman. Esas bahis konusunu çeÅŸitlendirme, abartma veya sulandırma gereÄŸi duymamış, aÅŸka dair bütün o duyguların saf halini yazıya aktarabileceÄŸi en mümkün kelimelerle, ifadelerle dile getirmiÅŸ.

Benim okuduÄŸum baskısında (Özgür Yayınları) eski kelimelerin günümüz Türkçe’sindeki karşılıkları parantez içinde verilmiÅŸ. Ki iyi de etmiÅŸler. Bu, insanın zihninde manası bir türlü tam olarak yerleÅŸmemiÅŸ ama sıkça duyduÄŸu, ve maalesef artık eskimiÅŸ, sözlüklerde kalmış kelimeleri öğrenmeye, bir dolu duygunun ayrıntılı tahlilini anlamaya yardımcı oluyor. Bu zengin kelime daÄŸarcığı ile daha net, daha vurucu ve insan duygularına daha yakın ifadeler üretebilmek, bir baÅŸka ifadeyle “dil hapishanesinden” kaçmak daha mümkün hale geliyor tabi.

Çok uzatmayayım, “sinema bitti edebi eleÅŸtiri kaldı” dedirtmeden, romandan bir kaç alıntı ile bitireyim.

“Fakat Necip gittikçe nefsine karşı malik [sahip] olduÄŸu idaresinde aciz [güçsüz] olduÄŸunu görüyordu. Zira onun ÅŸiddetli baÄŸlılığı bu hale geldikten sonra tahammülsüz [dayanılmaz] bir susuzluÄŸa benzer hararet alıyordu. Onda bu kadar artan bu incizap [kapılma], artık tagaddiye [beslenmeye] ÅŸiddetli bir ihtiyaç hissediyordu;ona, onun ruhuna hulul [karışmak] ihtiyacıyla çırpınıyordu. Her zaman onun yanından ayrılmamak endiÅŸesi, ÅŸimdi ona karışmak galeyanlarına [coÅŸkusuna] müncer oluyordu [dönüşüyordu].”

“Süreyya’yı koltukta uyuklar buldular. Necip taaccüp ediyordu [ÅŸaşırıyordu]. Suat sadece bir “Musikiyi sevmez ki” dedi ve Suat’ın sesinde öyle derin bir esef [üzüntü] hisseti ki bundan derin derin mesut oldu. Demek ikisi de sade bir ÅŸeyi seviyorlardı ve o kadar seviyorlardı ki, onunla dünyayı, dünyanın her ÅŸeyini, hatta onu, Süreyya’yı unutuyorlardı. O zaman sade ikisinin ruhu yalnız, kucak kucaÄŸa dolaşıyorlardı, orada yalnız kalıyorlar, Süreyya bile oraya gelemiyordu. O zaman musiki ona baÅŸka manalar, baÅŸka vazifelerle görünmeye, ruhların müellifi [buluÅŸturucusu], kalplerin mülhimi [ilham vericisi] gibi gelmeye baÅŸladı. O bir cihan, bir cihan-ı perestiÅŸ [tapılacak dünya] oluyor ve orada Suat’la beraber olmak, bu fena dünyada olmamışlarsa hiç olmazsa orada birleÅŸmiÅŸ olmak, onu mest ve bihuÅŸ [baygın] ediyordu.”

“BaÅŸka çare olmadığını, alışmak lazım olduÄŸunu görüyor, itiyadın [alışkanlığın] büyük bir kuvvet bulunduÄŸunu anlıyordu; ve etrafına bakınca herkesin hayatında da birçok cerihalar [yaralar], inkirazlar [tükeniÅŸler], müsibetler görüp itiyat [alışkanlık] ile bunları unuttuklarını düşünerek, hayatı bu kadar çok müsaadesi için bile seviyordu. Ä°ÅŸte hayatında bulduÄŸu en büyük bir iyilik, bütün fenalıklarını tazmin edecek kadar büyük bir lütuf bu alışabilmek idi; herkes felaketlerine tahammül ile baÅŸlıyor ve tahammülle itiyat ederek [alışkanlık kazaranak] mukavemet edebiliyordu [dayanabiliyordu].”

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Edebiyat, Kitap Etiketler:, ,

DoÄŸrucu Davut’a Öykünme Sendromu

Cumartesi, 04 AÄŸu 2012 1 yorum

Gündelik hayatın içinde bütün ucuzluÄŸu ve sığlığı ile ortaya çıkan bu duruma nasıl bir isim versek diye düşünüyorduk uzun zamandır. Bilmem ne “sendromu” olmalıydı bunun adı. KastettiÄŸim bütün benzer tavırları çatısı altında toplayıp, bu sendromu daha ismine bakar bakmaz anlamlandırabilecek bir sıfat veya tamlama bulamadığımız için Stockholm Sendromu‘nda olduÄŸu gibi bir ÅŸehiri sıfat belleyip kendi sendromumuzu tanımlamak niyetindeydik hani. Ki her karşılaÅŸtığımızda bu durumu izah etmek zorunda kalmayalım gibilerinden : ) Önce kastettiÄŸimiz durumu ifade edeyim. Sonra da neden “DoÄŸrucu Davut’a Öykünme Sendromu” olduÄŸunu.

Kişinin, içinde bulunduğu toplumca erdemli olarak nitelenen bir davranışın, tavrın veya eylemin yok denecek kadar az, bazen de çok küçük bir örneğini sergilediği anda bu erdemi kendi şahsiyetinin ayrılmaz ve de yadsınamaz bir parçası olarak telakki etmesi durumudur. Bu telakkide bahsi geçen davranışın bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek yapılmış olmasının bir önemi yoktur. Bu erdemin kıyısından kenarından geçmiş olmanın, o erdemin içinde yıkanılmış olmasından farkı yoktur.

Durum “verdiÄŸi sözü tutmak” erdemi üzerinden örneklendirilebilir. Sendromu yaÅŸayan kiÅŸi, “taÅŸ atıp da kolunun aÄŸrımayacağı” kadar bir çaba ile yerine getirilmiÅŸ bir söz sonrası, bütün bu erdemi karakteristik bir özelliÄŸiymiÅŸ gibi sunar. Öyle ki verdiÄŸi sözü her koÅŸulda tutmuÅŸtur. Öyle ki bu adam, adamın hasıdır, adamın dibidir, adamın ÅŸarabıdır vesselam.

Bir baÅŸka örnek argoda “geri vites” ÅŸeklinde kalıplaÅŸmış olan, söylediÄŸinden caymamak, iddiasından veya meydan okumasından vazgeçmemek durumu. “Geri vites” yapmamak için çok da matah olmayan bir cesaret, güç veya dürüstlük gerektiÄŸi durumda geri vites yapılmayarak, kahraman bir edaya bürünülür ve “bizde geri vites olmaz!” nidasına denizci düğümü atılır, bu tavır kiÅŸinin karakterinin ayrılmaz ve de yadsınamaz bir parçası olarak sunulur. Öyle ki bu adam, adamın hasıdır, adamın dibidir, adamın ÅŸarabıdır vesselam.

Tanım ile daha bir baÄŸdaÅŸan örnek de “doÄŸruyu söylemek” üzerinden verilebilir. DoÄŸruyu söylemek kiÅŸisel çıkarlarına ters düşmediÄŸi veya kendisini zor durumda bırakmayacağı, ve doÄŸruyu söylemenin, söylememekten daha kolay olduÄŸu herhangi bir durumda doÄŸruyu söyleyen kiÅŸi, “bizde yalan olmaz!” edasına bürünüp, ÅŸahsiyetine ululuk atfettiÄŸi an sendromun en büyük belirtisini ifÅŸa etmiÅŸ demektir.

Neden DoÄŸrucu Davut’a öykündüğü ise DoÄŸrucu Davut’un her koÅŸulda bildiÄŸi doÄŸruyu söylemesi ile ilgili. Her koÅŸulda doÄŸruyu söyleyen benzetmesini geniÅŸletip, her koÅŸulda doÄŸruyu yapan ÅŸeklinde daha kapsayıcı bir benzetmeye dönüştürürsek “teÅŸbihte hata” yapmamış oluruz sanki. Mesela kiÅŸi katiyen yalan söylemiyorsa, hemen herkesin az-çok, pembe-beyaz yalanlar söylediÄŸi bir ortamda DoÄŸrucu Davut’tur. Dedikodunun gırla gittiÄŸi bir toplulukta mesela, kiÅŸinin herhangi birileri hakkında atıp tuttuÄŸuna ÅŸahit olunmamışsa DoÄŸrucu Davut’tur. Sosyal hayatta bireyler arası hakkın hak getirdiÄŸi bir devirde, herhangi birinin hakkına herhangi bir ÅŸekilde tecavüz etmekten son derece sakınan kiÅŸi DoÄŸrucu Davut’tur. DiyeceÄŸim o ki bu Davut her türlü erdemin zirvesidir, ucudur, dibidir…

Bu erdemlerden herhangi birinin kendince ispat saydığı, irili ufaklı, hatta genel olarak çok çok ufaklı örneklerini, benliÄŸinin peÅŸine takarak “DoÄŸrucu Davut” misali zirveye taşıma eÄŸilimi, sendroma isim olmuÅŸtur.

OlmuÅŸtur da…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

“Yazmanın bütün sırrı, yeniden yazmaktır”

Perşembe, 24 May 2012 Yorum yapılmamış

“The whole secret of writing is rewriting” demiÅŸ Baba (The Godfather) serisinin uyarlandığı romanın yazarı olan Mario Puzo.

“Yazmanın bütün sırrı, yeniden yazmaktır”.

Bu cümle kerameti söyleyen zata ait olan yücelikten herhangi bir parlaklık kazanan bir cümle değil. Hedef aldığı yazmak eylemine yönelik dar bir çerçeveye de sıkıştırılabilir değil. Ufku ve de kapsama alanı geniş, ifade yeteneği üstün, kabiliyet-zeka-çalışma üçgenin tepesindeki her şeyi gören göz türünden bir cümle bu.

Sözlerim insanın sesinin güzel olması gibi doÄŸuÅŸtan gelip gelmediÄŸi tartışma götürmeyen yetenekler meclisinin dışındadır. Yine insanın ancak Einstein, Tesla veya Hawking derecesinde üstün bir zeka ile üstesinden gelebileceÄŸi iÅŸlere “biz de yapabiliriz, haydi canlar bir olalım” türünden bir kanca atmak niyetinde de deÄŸilim. Ve uzaylılara olan inancımızı pekiÅŸtiren adam Messi gibi, “Allah bu adama bir ÅŸeyler bahÅŸetmiÅŸ olmalı” inancında olanların çoÄŸunlukta olduÄŸu istisnai örnekleri kapsamıyor. Sadece sözün bende uyandırdığı etki sonrası, anlamını olabildiÄŸince genelleÅŸtirme denemesi. SöylemiÅŸ olayım.

Bu cümle baÅŸaramadığımız, beceremiyor olduÄŸumuza kanaat getirdiÄŸimiz her iÅŸ için bir ön yargı duvarı ördüğümüz düşüncesini doÄŸurdu zihnimde. Evirip çevirip, meseleyi yaratılıştan gelen bir yeteneÄŸimiz olmadığına, baÅŸarılamayan o iÅŸ için karakterimizin, kiÅŸilik yapımızın filan müsait olmadığına vardırıyoruz. Meseleyi yekten veya en nihayetinde, bir ÅŸekilde kadere, Allah’ın adaletine veya hükmüne havale ettik mi, kırmak istemediÄŸimiz ön yargılarımızın emniyetli sularında yüzebiliyoruz. Bize sorsan iyi yazamıyor olmamızın yegane sebebi sözel zekamızın geliÅŸmemiÅŸ olması, veya telli bir enstrüman çalamıyor oluÅŸumuz parmaklarımızın kütük gibi olmasından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil. Ä°ÅŸte Mario Puzo yazmak eylemi penceresinden bakarak, bunun sanıldığı gibi olmadığını sade, basit ve sırf sade, basit olduÄŸu için de son derece şık bir ÅŸekilde dillendirmiÅŸ kanımca. Ãœstelik yazmak iÅŸini çok iyi yaptığı ispatlanmış bir adamın kendi yaptığı iÅŸi bu kadar basite indirgeyip, kendi büyüsünden bir ÅŸeylerin eksilmesi pahasına söylemiÅŸ olması da söylenen söze ayrı bir anlam katıyor.

Futbolla az çok ilgili olan hiç kimseye Pierre Van Hooijdonk ismi yabancı gelmez sanırım. Ve hiç kimse de çok üstün yetenekli bir dünya yıldızı olduÄŸunu iddia etmez herhalde. Yalnız, vaktiyle bu adamın dünyanın en iyi frikik atan bir kaç adamından biri olduÄŸu fikri ortak olsa gerek. Messi, Maradona, Pele bu kadar iyi frikik kullanabildiler mi ? Cık. Peki Pierre Van Hooijdonk‘un sırrı neydi ? Allah tarafından bir hediye mi ? Bir mucize mi ? Bir doÄŸaüstü olay mı ? Hayır. Yeterince denemiÅŸ, yeterince tekrar etmiÅŸ olması. Hemen her antrenmandan sonra frikik çalıştığı gerçeÄŸi. Belki daha doÄŸru bir ifade ile frikik atmak iÅŸini, çok iyi yapar hale gelene kadar yeterince tecrübe etmiÅŸ olması. Kısacası bu iÅŸe gönül verip, azmedip, çalışmış olması. Her üstün yetenekli futbolcunun -ki bunlar arasına nice nice “10 numaralar” dahil edilebilir- iyi frikik attığı gibi bir genelleme de komik olacağına göre, bir düz bir ters yöntemiyle bakınca bu tez kendini doÄŸruluyor gibi.

Veya ben, cevval Öss gençliği zamanlarında 30 Geometri sorusunu 15 dakikada çözerken bir keramet mi gösteriyordum naçiz bedenimde ? Geometri bilgisi üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu bilmekten çok da öteye geçmeyen sözelci, ve gördüğü her üçgenin tabanına bir dik indirmek alışkanlığı edinerek bir adım öteye geçtiğini sanan eşit ağırlıkçı arkadaşlarım nasıl bir gıpta ile bakarlar, ne methiyeler düzerlerdi oysa ki sayısal zekama. Vaktiyle gururum okşanmıyor, kendimi bir halt sanmıyor da değildim. Neydi peki ? Elbette ki hayatın dış kulvarlarında başladığımız yarışın Öss etabında aradaki farkı kapatıp bir boy öne geçme azminin getirmiş olduğu, vicdani yükümlülüğün gerektirdiği derecede çalışmaktan başka bir şey değildi bu. Yeterince tecrübe etmiş, yeterince denemiştim Öss Geometri müfredatını ve bu müfredattan türeyebilecek soruları, çözümlerini. Yoksa soruyu gördüğüm anda cevabın olsa olsa ne olabileceğini kalp gözüm ile görüyor değildim.

ÖzgeçmiÅŸinde “okuma iyi, yazma iyi, konuÅŸma iyi” yazan Türk gençleri olarak bir video konferansta sular seller gibi Ä°ngilizce konuÅŸan birilerini gördüğümüzde ifrit olmaz mıyız ? Gıbtadan hasete yaklaÅŸmaz mı hislerimiz ? Sebep ? Yok arkadaÅŸ biz beceremiyoruzdur konuÅŸmayı, dilimiz dönmüyordur, kıvrak deÄŸilizdir. Oysa ki sorsan okumakta ve anlamakta sorunumuz da yoktur. Olmuyordur iÅŸte. Ezber kalıp ifadelerin dışında yeterince Ä°ngilizce konuÅŸmamış olduÄŸumuz, konuÅŸmak konusunda odun düzlüğünde ve sertliÄŸinde olduÄŸumuz, ham olduÄŸumuz, piÅŸmediÄŸimiz ve de yanmadığımız açıkken…

Bazen bu durum “ulan ÅŸu adam ÅŸu iÅŸi nasıl yapıyor” diye hayretler içinde kalarak izlediÄŸimiz, veya “kafa kesin dumanlı” diyerek okuduÄŸumuz her hafızalara iÅŸlenmiÅŸ ÅŸiir, her köşesi tırnaklar içindeki paragraf için genelleÅŸtirilebilirmiÅŸ gibi geliyor. Hani elbette ki insanın bir iÅŸi becerilebilirliÄŸini etkileyen, mayasına, karakterine, çevreden edinmiÅŸ olduÄŸu alışkanlıklarına ve fiziksel özelliklerine dair bir takım faktörler var. Meyil kazandıran, yönlendiren, müsaitleÅŸtiren unsurlar. Bestekar bir anne babanın oÄŸlunun da müziÄŸe meyledip bu konuda mesafe katetmesi, ya da yazar, ÅŸair tayfasının genel itibariyle belli bir ekonomik veya sosyal-toplumsal geliÅŸmiÅŸlik seviyesindeki ailelerden çıkıyor olması, ya da uzun boylu olmanın basketbol konusunda bir avantaj saÄŸlaması, aktör adamın aktör oÄŸlu gibi…Ä°ÅŸte bu müsaitleÅŸtiren etkenlerin tali etkenler olduÄŸunu düşünüyorum.

VerdiÄŸim örnekler üzerinden bu tezi ne kadar genelleyebileceÄŸimiz, bu genellemenin istisnalarının neler olabileceÄŸi tartışılabilir. Ayrıca zekanın birincil ve tek faktör olmadığı yönünde köşeli sözler söylerken, çalışmaya da taşıması gerekenden öte metefizik bir anlam yüklemek istemem. Ya da söylediklerimde “çalışın, isteyin olur” türünden kiÅŸisel geliÅŸim pohpohlayıcısı nidaları barındırmak. Hatta “The Secret” da olduÄŸu üzere “sadece isteyin” saçmalıklarının kıyısından kenarından geçmek de. GerektiÄŸince çalışmanın, tecrübe edinmenin insana çoÄŸu kere bir kabiliyet kazandıracağını söylüyorum sadece. Ve bu yaklaşımın her baÅŸarıyı zekaya ve Allah vergisi bir yeteneÄŸe baÄŸlamak yaklaşımdan daha anlamlı, daha anlaşılabilir olduÄŸunu düşünüyorum.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Kadın Ruhu Karmaşıklığına Erkek Öküzlüğü Antitezi

Cuma, 11 May 2012 2 yorum

Mevzu Elif Åžafak‘ın kadın ruhunun karmaşıklığını ve anlaşılması zorluÄŸunu anlattığı ÅŸuradaki yazısından çıktı. Hak vermiyor deÄŸilim söylediklerine. Kadına dair söylediklerinin çoÄŸunun doÄŸru olduÄŸunu da düşünüyorum. Amma lakin ki tam da o yazıda olduÄŸu gibi, birileri kadın ruhunun inceliklerinden, karmaşıklığından bahsetmeyegörsün, karşı cins olan erkek hemencecik, oracıkta alnının ortasından vurulur ve sürüklenerek karşı kutuba konulur. Ki böylece tezi, antitez ile anlatabilme fırsatı doÄŸar. Hemcinslerime yapılan bu haksızlık karşısında daha fazla sessiz kalamazdım : )

Sözüm bu gibi durumlarda erkek cinsini olmadığı kadar karikatürize eden yazar, çizer, düşünür tayfaya. Ä°lla da tezinizi anlatacaksınız diye, erkeÄŸi öküz pozisyonuna koymak zorunda deÄŸilsiniz. Bu kadar hiç etmek, bu kadar tezatlaÅŸtırmak zorunda deÄŸilsiniz. Annemin akÅŸam okul dönüşü beyaz gömleÄŸin yakasına bakıp “O ne öyle, simsiyah olmuÅŸ bi günde” demesindeki simsiyah tabirinin aslında bildiÄŸimiz ter lekesi rengi sarımtırağı ifade ediyor olması gibi. Ya da saatin 9’u 5 geçmesinin “10’a geliyor” olması için yeterli olması gibi.

Erkek ruhu da incedir arkadaÅŸ. Onun da anlaşılmaz halleri vardır. O da kendi içinde bir dolu gelgitler yaÅŸayabilir, keÅŸiflere filan çıkabilir. Veya o da bir sabah uyanmak için sebep bulamayabilir. Sebepsiz yere melankoliye saplanmış olabilir. Özel günleri yoktur belki ama hemen her gün tersinden kalkıp dünyaya sataÅŸabilir. Hatta kimileri (“bizim bi arkadaÅŸ” geyiÄŸi üzerinden bu adamın ben olduÄŸu gelmesin akıllara, ama burada kim olduÄŸunu söylemeyeceÄŸim tabi) Ay’a bakıp ne kadar duygusala baÄŸladığını filan söylediÄŸinde, hemen yanındaki daha az duygusal arkadaşı tarafından türlü belaltı ÅŸakalara, komikliklere maruz kalabilir. DiyeceÄŸim o ki, olur. Elbette ben de tezimi savunurken tam bir antitez üretmeyeceÄŸim. Kadınlardan daha karmaşık, duygusal, anlaşılamaz filan olduÄŸumuzu söylemeyeceÄŸim. Kadınlara nazaran hayatı daha analitik düzlemde ele aldığımız, daha somut varlıklara ve verilere dayandığımız ortada. Ama yine de, karşı cins olsak da, en nihayitinde biz de sizin gibi bedenine ruh üflenmiÅŸ varlıklarız arkadaÅŸ…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail