ArÅŸiv

‘Sinema’ kategorisi için arÅŸiv

Kelebeğin Rüyası

Çarşamba, 20 Mar 2013 Yorum yapılmamış

kelebegin_ruyasi
KelebeÄŸin Rüyası kendi tabiriyle ÅŸiire bahane hayatların ve aÅŸkların hikayesi. Edebiyata ve ÅŸiire tutkun iki ince hastalıklı genç Rüştü ve Muzaffer, II.Dünya Savaşı’nın gölgesindeki 1941 Türkiye’si, Zonguldak ve haliyle kömür madenleri…Bu iki genç ÅŸair, hocaları Behçet Necatigil‘in önderliÄŸinde dönemin en önemli edebiyat dergisi Varlık‘ta boy göstermeye çalışırlarken belediye baÅŸkanının kızının ÅŸehre geliÅŸiyle bütün olaylar bambaÅŸka bir seyir alır. Åžiir hayatın ötesine geçer, ÅŸiir harici herÅŸey oynanması gereken bir rol, yaÅŸanması gereken bir parça acı haline gelir.

Filmle ilgili söylenecek olan ilk ÅŸey bir dönem filminde üstesinden gelinemediÄŸinde bütün filmi berbat edip komik, ucuz ve sıradan bir hale getirebilen mekan, kostüm, müzik ve görsel efekt konularında son derece baÅŸarılı olduÄŸu. Çok rahatlıkla Dedemin Ä°nsanları‘nı veya Uzun Hikaye‘yi geride bıraktığı söylenebilir. 1941 1941 gibi çekilmiÅŸ. Ãœstelik öyle kısıtlı mekanlarda da deÄŸil. “Türk sineması adına sevindirici” diyesim geldi : )

Kıvanç TatlıtuÄŸ neredeyse tek kare “Kuzey” izlenimi vermeden inandırarak oynadığı, Yılmaz ErdoÄŸan kendisinde zaten mevcut olan ÅŸair kimliÄŸini Behçet Necatigil karakteriyle gayet usturuplu bir ÅŸekilde harmanladığı, Mert Fırat sırıtmadığı ve oynadığı her filme ayrı bir tat katan adam Ahmet Mümtaz Taylan‘ın kadroda bulunması kafi olduÄŸu için oyunculuk namına pek bir falsö yok filmde. Dokundurulabilecek tek söz, Belçim Bilgin‘in inandırıcılığına, baÅŸkanın lise öğrencisi kızı havasını bir türlü veremediÄŸine. Normaldir, Türk sinemasında 30 yaşına gelip de lise öğrencisi olduÄŸuna inanabildiÄŸimiz üç kiÅŸi vardır zaten; Kemal Sunal, Tarık Akan ve Halit Akçatepe. Onun haricinde ne bir Türk filmi, ne de bir Türk dizisi izleyiciyi inandıramamıştır koca koca adamların, kadınların lise öğrencisi olduklarına. O yüzden bu kusuru es geçip, puanını kırmıyoruz filmin.

kelebegin_ruyasi

Åžiir son derece yoÄŸun bir ÅŸekilde kullanılıyor filmde. HoÅŸ, bir filmde bu kadar çok ÅŸiir ve ÅŸiire bu kadar çok güzelleme olduÄŸunda filmin kendisi de ÅŸiir gibi oluyor mu, o tartışılır. Yalnız ÅŸuna deÄŸinmek isterim ki, hikaye duygulandırıp, gözleri yaÅŸartmaya, bütün seyirciyi yakalamaya son derece müsait ve dramatik olduÄŸu halde, Yılmaz ErdoÄŸan buradan tek puan kazanmaya çalışmamış, tribünlere oynamamış. Dram denildiÄŸinde akla ilk gelen ve akıllardaki bu yerini sonuna kadar hakeden bir “Babam ve OÄŸlum” dramı çıkabilirmiÅŸ pekala. Sadece bu mert tavır bile filmin derdinin ve kimyasının bambaÅŸka ÅŸeyler olduÄŸunu göstermek açısından önemlidir kanaatimce. Öte taraftan ÅŸair karakteri oluÅŸturmak hiç kolay iÅŸ deÄŸildir mesela. O kafalarda yer etmiÅŸ biraz romantik, biraz avare, biraz başında kavak yelleri esen, biraz hayatı baÅŸka gözle seyreden, biraz da acıyla yoÄŸrulmuÅŸ adamı yazmak da zordur, oynamak da. Hikayenin ana karakterleri olan iki ÅŸair Rüştü ve Muzaffer bu açıdan çok iyi ortaya konulmuÅŸ. Yazan ve yöneten olaraktan Yılmaz ErdoÄŸan’ın ÅŸair ve mizah yanı kuvvetli kimliÄŸinin faydası olmuÅŸtur diyeceÄŸim geliyor sadece.

Filmle ilgili internet üzerinde gördüğüm genel izleyici ÅŸikayeti beklentinin çok yüksek olmasına karşın filmin o kadar da üstün nitelikli olmayışı, kabaca “bi Alex olmayışı” idi. Sinema izleyicisinde yeni moda akım bu; BeklediÄŸimKadarÇıkmadıcılık. Ne bekliyordun da ne buldun ki? Sanırım her yerli yapımdan bir EÅŸkiya, bir Babam ve OÄŸlum fevkaladeliÄŸi, en olmadı bir Vizontele güzelliÄŸi bekleniyor. Hep en birinci film olsun, hep en bir güzeli olsun, izlemiÅŸken şöyle “ölmeden önce görülmesi gereken 1000 film” türü bir ÅŸey izlemiÅŸ olayım ki dünya üzerindeki sınırlı vaktimin ÅŸanı yücelsin hamlığı. Oysa ki sinema kültürümüze ve tarihimize böylesi bir film eklenmiÅŸ olması gayet güzel. Varsın en bir güzeli olmasın.

Bir ikincisi eleÅŸtiri de Yılmaz ErdoÄŸan’ın zaten yazıp yönettiÄŸi bir filmde oynamasının, hatta Behçet Necatigil rolünü kendisine uygun görmesinin küstahlık, ukalalık olduÄŸu yönünde. Sanki bunun ilk örneÄŸi kendisiymiÅŸcesine. Woody Allen, Sdney Pollack, Clint Eastwood hatta dünkü çocuk denilebilecek Ben Affleck yazıp, yönetip, oynarken zaten oyuncu olan Yılmaz ErdoÄŸan kendi filminde neden oynamasın. Bir ÅŸairi, kendisi de ÅŸair olan bir oyuncu sırf aynı zamanda yönetmen olduÄŸu için oynamamalı mıdır ? Ne mahsuru, ne kusuru var ? Artısı var eksisi yok kanaatimce.

Nihai olarak Kelebeğin Rüyası gayet iyi film. Başarılı da aynı zamanda. Teknik olarak da, bir bütün olarak da. Şiir gibi değil, şairane değil belki, ama kesinlikle çok iyi bir düzyazı.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Sinema Salonu Hedonizmi

Salı, 29 Oca 2013 2 yorum

Tam olarak trafikte yeşil ışığı ilk görenin kornaya basmasıyla, ya da izlerken türlü küfürler savurduğumuz insanlığını, vicdanını, ahlakını ve de ruhunu şeytana satmış futbolcu türünün birebir kopyalarını halısaha maçında görmemizle aynı zamanlara gelir sinema salonlarında film izlenemez oluşu. Sabırsızlığımızın, şuursuz telaşemizin, tahammülsüzlüğümüzün ve vurdumduymazlığımızın ucuna bir halka daha, hepsinden beter; umuru hariciye noksanlığı.

Babamın eski arkadaÅŸlarından birinden duyduÄŸumda kazınmıştı zihnime. YeÄŸenim -yeÄŸenim denesi kadar küçüktüm o zaman ÅŸimdi kocaman adam oldum- demiÅŸti; “Bir adamda umuru hariciye yoksa at çöpe gitsin”. Sonradan öğrenmiÅŸtim ki bu bizimkilerin umuru hariciye dedikleri ÅŸeyin sözlükteki karşılığı bildiÄŸin dış iÅŸleri‘ydi. Ama kastedilen insanın çevresine rahatsızlık vermeme hassasiyetiydi, bir arada yaÅŸayabilmenin gerektirdiÄŸi duyarlıklıktı.

Patlamış mısırı kurabiye canavarı edasında yiyenlerin çıkardığı hatır hutur sesi(veya katur kutur, her türlü sinir bozucu ses ünlemi düşünülebilir), gayesi film izlerken patlamış mısır yemek deÄŸil de, patlamış mısır yerken araya bir de film sıkıştırmak istermiÅŸ gibi olanların benzer kendinden geçmiÅŸliÄŸi, abur cubur paketlerinden gelen ince, tiz hışırtı, dört bir tarafta maytap gibi patlayan kutu kola açma sesleri ve film sonrası salonun içler acısı kullanılıp fırlatılmışlığı…Oldu olacak içeriye çay söyleyip iki de sigara tellendirseydiniz…Tek tek bakıldığında çok rahatsız etmezmiÅŸ gibi gelen bu ÅŸeyler bir araya gelince veya belli bir ses eÅŸiÄŸini geçince veya uzunca bir süre devam edince çekilmez bir hal alıyor. Önce hoÅŸgörülemez, sonra tahammül edilemez, sonra da sabır edilemez hale geliyor. Bütün bunlar ölümüne bir keyfiyetin eseri. Tam teÅŸkilat umuru hariciye noksanlığı…

Sinemayı zihninde nasıl bir keyif, nasıl bir eÄŸlence aracı olarak yerleÅŸtirmeli ve özgürlüğü ne sanıyor olmalı ki insan bu kadar hedonist ve hemen dibindeki diÄŸer bir insana verdiÄŸi rahatsızlıktan bu kadar bihaber olabilsin, bilemiyorum, kestiremiyorum. O an, o insanın boynunun elektriklendiÄŸini hissettiÄŸi an, ne sese ne görüntüye odaklanabildiÄŸi an, filmi izleyen diÄŸer insanların bundan rahatsız olabileceÄŸi fikrinden fersah fersah uzak insanlar içinde bulunduÄŸumu düşünmek dahi orayı terketmek hissini oluÅŸturuyor bünyede. Terketmeyip rica etmek, uyarmak veya tartışmak filan yel deÄŸirmenlerine karşı Don KiÅŸot’u oynamak gibi; baÄŸlamından kopuk, mobilyalık keresteden çiçek dilemek gibi; anlamsız…Belki de takıntılının, huysuzun önde gideniyizdir.

Bütün bu durumun giÅŸe filmi de denen, o daha çok seyirciye hitap eden filmlerdeki hali hepten beter. Ki geçen hafta birine denk geldim kazara, dersimi aldım. GiÅŸe filmi diyerek bir filmi baÅŸtan ikinci sınıf ilan etmeyi çok elitist, çok züppece bulduÄŸumdan böylesi filmleri tamamen reddetmeyi doÄŸru bulmuyorum. Ama illa da izlenecekse gösterimden kalkmasına beÅŸ kala tenha bir salonda izlenir, biter gider…Mevzu özgürlüğün tanımı, nerede bitip nerede baÅŸladığı, bir arada yaÅŸamak, hoÅŸgörü-tahammül iliÅŸkisi vay efendim kentlileÅŸmek filan derken uzayıp gitmeye meyilli. Gerek yok.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

The Hobbit : An Unexpected Journey

Salı, 22 Oca 2013 1 yorum

Varolan Dünya içinde daraldığını hissettiÄŸinde, gerçeklik fena halde boÄŸduÄŸunda, gerçek ile saçma birbirine girdiÄŸinde bir masalın içinde kaybolup gitmek ister insan. Bir baÅŸka Dünya tasviri fena halde çekici gelir göze, bir baÅŸka varoluÅŸ. Ne kadar da özlemiÅŸiz meÄŸerse o baÅŸka Dünya tasvirini; Orta Dünya‘yı. Hobbitleri ve Shire’ı, bilge Elfleri ve Rivendell’i, Gollum’u, Gandalf’ı, orkları, cüceleri, daÄŸları, nehirleri, ormanları, patikaları. Hepsinden öte bir masalın içindeymiÅŸ hissine kapılmayı.

Kent hayatının bütün keşmekeşi ve şuursuzluğu içinde mutluluğu tek düzelikten sıyrılarak filan yakalayabileceğini sanan nesiller olaraktan Hobbitlerin o yinelenen hayat içerisinde yakalayabildikleri mutluluğu görmek, insana benzerini dilemenin dayanılmaz ağırlığını yaşatan cinsten bir duygu. Dört bir tarafımızda yükselen yaşam mimarlıklarının, yaşam merkezlerinin ve de yaşam bilmem nelerinin içinde yaşayıp gittiğimiz, bütün gelecek planlarını buralara doluşmak üzere kurgulamamız konusunda ağır tahriklere ve de hilelere maruz kaldığımız bir dönemde garip yada ironik olan; bütün bu yeni mimari rükuşluğun ve pragmatikliğin içinde dekoratif unsur olmaktan öteye geçme şansı olmayan nehirlerin, şelalelerin hakikaten içinden geçtiği, hakikaten doğa ile iç içe ve hakikaten benzeri görülmemiş güzellikte şehirleri görmek. Rivendell, Shire, Erebor ve Dale

The Hobbit : An Unexpected Journey, Lord of the Rings üçlemesinin çok daha öncesinde geçen bir hikayeyi anlatıyor. J.R.R Tolkien‘in 1937’de yazdığı, masal türüne yakın kitabın uyarlaması. Yüzüklerin Efendisi serisinin baÅŸlamasına vesile olan kitap. Çok konuÅŸulduÄŸu üzere 3 kitaptan 3 film, 1 kitaptan 3 film çıkardı Peter Jackson. Yüzüklerin Efendisi üçlemesindekini baÅŸarısından ötürü bu tercihinde kendisine saygı duymaktan öteye geçmek çok anlamlı gelmedi gözüme. Her ne kadar film bittiÄŸinde sonraki iki filme ne kaldı ki desem de, eve gelince baktım ki henüz kitabın da üçte birinde imiÅŸ.

Peter Jackson‘un ve yapım ÅŸirketlerinin Tolkien’in Orta Dünya’sını paraya devÅŸirdiÄŸi, hatta sömürdüğü ÅŸeklinde görüşler var. Bu görüşlerdeki tutarsızlık veya hafiflik, sinemanın yapımcılar açısından yatırım olduÄŸu gerçeÄŸini yadsımaları. Ötesi, baÅŸkası düşünülebilir mi ki zaten ? Ancak film seyirci için bambaÅŸka ÅŸeyler ifade eder. Seyirci için perdedeki ÅŸey bir yatırım deÄŸildir. Filmdir o. Ä°zlenesidir, eÄŸlendiresidir, düşündüresidir, sevdiresidir, alıp götüresidir filan. Kitabın aslını tahrif etmek, yozlaÅŸtırmak, eseri izinsiz kullanmak, sahibini deÄŸersizleÅŸtirmek ve sair durumlar olmadığı müddetçe buyursunlar para da kazansınlar. Hiç bir sorun yok. Ä°kincisi sömürmek denen ÅŸey tek taraflı bir iliÅŸki biçimidir. SivrisineÄŸin insanın kanını emmesi türünden. Ne Yüzüklerin Efendisi’nde ne de Hobbit’de böyle bir durum yok. Åžahsı fikrim deÄŸil bu, rakamlar, yorumlar, eleÅŸtiriler ortada. Alan memnun satan memnun.

Imdb’deki filmle ilgili notlar kısmından öğrendiÄŸim üzere film saniyede 48 kare ile çekilmiÅŸ. Standardın saniyede 24 kare olduÄŸunu düşünürsek, bunun görüntünün gerçekliÄŸine ve 3 boyutluluk algısına ciddi bir artı getirdiÄŸi söylenebilir.

Film elbetteki kitabın birebir perdeye aktarılmış hali deÄŸil. Kitapta olmayan diÄŸer bazı Orta Dünya karakterleri filme dahil edilmiÅŸ. Yanlış hatırlamıyorsam kitapta sadece bir yerde bahsi geçen taÅŸtan devlerin savaşı, yine kitapta sadece yaÅŸanmış olduÄŸunu bildiÄŸimiz Erebor’un ejderha Smaug tarafından yerle bir ediliÅŸi ve Kral Thorin‘in MeÅŸekalkan ünvanını aldığı cüce-ork savaşı filme dahil edilmiÅŸ diÄŸer olaylar. Öyle gözüküyor ki sonraki iki filmde de asıl hikayenin arasında serpiÅŸtirilmiÅŸ benzer olaylar göreceÄŸiz.

Ortaya ne çıkacağı konusunda en çok merak ettiÄŸim bölüm Bilbo Baggins ile Gollum‘un dağın derinliklerinde birbirilerine bilmeceler sordukları bölümdü. MüthiÅŸ bir karşılık bulmuÅŸ filmde kendine. Gollum’un bütün o ÅŸizofrenik halleri birebir yansımış perdeye.

gollumgollum

Fiziksel olarak insanlıktan uzaklaştıkça, insanın mayasında varolan ikiliği daha görünür hale gelmiş olan Gollum uzun çıkarımlara müsait sembol bir karakter. Sağ omzunda bir melek, sol omzunda da bir şeytan eksik. Bütün çirkinliğine rağmen içindeki iyiyi dinlemeye meylettiğinde ortaya çıkan görüntünün seyirciye bu kadar sevimli gelmesi bütün serinin ayrıca değinilmesi gereken bir başarısı, ayrı mevzu.

Ve elbette kitabın başında Thorin‘in okuduÄŸu o gizemli, büyülü, tam olarak bir masal havasındaki ÅŸiire yapılmış müthiÅŸ ÅŸarkı; Misty Mountains.

Hobbit hikayesi asıl hikaye Yüzüklerin Efendisi kadar güçlü olmasa da, ortaya çıkan film Yüzüklerin Efendisi’nin ihtiÅŸamından, havasından ve bütünlüğünden geri kalmamıştır kanaatimce. Oscar’da aday olduÄŸu En Ä°yi Yapım Tasarımı, En Ä°yi Makyaj ve En Ä°yi Görsel Efekt ödüllerini de haketmiÅŸtir. Bir de Misty Mountains’ı En Ä°yi Åžarkı dalında aday görmek isterdik, ama olmamış ilginç bir ÅŸekilde.

Serinin devamı olan The Hobbit: The Desolation of Smaug 2013 Aralık, The Hobbit: There and Back Again de 2014 Temmuz’da gösterime girecekler.

Nihai olarak efsane geri döndü, devam ediyor…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Tepenin Ardı

Çarşamba, 26 Ara 2012 4 yorum

Tepenin Ardı


Uzun zamandır bir Türk filmini bu kadar sevmediğimi söyleyerek, yekten fikrimi belirteyim. Çok fazla salonda gösterimi yok filmin, çok da uzun süre vizyonda kalsın sanmam. Tam arada kaynamaya müsait filmlerden. Uluslararası film festivallerinde topladığı bir dolu ödüle binaen gidelim dedik. İyi de ettik.

Anadolunun ücra bir köşesindeki çiftlikte yaşanan bir aile dramı anlatılıyor filmde. Filmin çekildiği yerler o kadar kuş uçmaz kervan göçmez yerler ki tipik bir Amerikan western filmi canlanıyor insanın gözünde. Yanlış duymadıysam filmin son sahnesi haricinde bir müzik de kullanılmamış. Duyulan daha çok rüzgar uğultusu, ağaç hışırtısı, dere şırıltısı, ateş çıtırtısı. Aslında bu durum olaylara hemen yanıbaşınızda olup bitiyormuş hissi de vermiyor değil. Gerçekliğini arttırmış filan denilebilir. Lakin zaman zaman dramdan çok psikolojik gerilimi andıran bir senaryosu olduğundan, uygun bir müzik daha kalıcı, baskın bir etki bırakabilirmiş gibi geldi.

Otoriter bir dede, melankolik bir baba, askerlik sonrası psikolojik sorunlarıyla boÄŸuÅŸan bir genç, meraklı toy bir çocuk, münzevi bir çoban ve güvenilir, halim selim bir kahya. Ve obalılar ile ovalılar arasındaki, o Anadolunun en bilindik kavga konusu; davar sürüsü-ekin tarlası anlaÅŸmazlığı…Derken olaylar geliÅŸir…Hiç eÄŸip bükmeden, çizgisinden sapmadan, ama soÄŸuk bir minimalist tavra da bürünmeden (tam da yeri gelmiÅŸken Nuri Bilge Ceylan’a iliÅŸtirmiyorum bu kez), dolaylamak ile dolaylamamak arasında çok iyi bir yere konumlanarak hikayesini anlatan, derdini sinema dilinde güzelce dillendiren bir film çıkar ortaya. OlmuÅŸtur kanaatimce.

Film aslında Anadolu’daki yerel bir hikayeden yola çıkarak Türkiye’ye ve daha da ötesi bütün Dünya’ya dair hakikatli bir mesaja ulaşıyor; “Hep bir düşman vardır!”. Daha da geniÅŸletecek olursak, ortak bir düşman her zaman bulunur, ve ona karşı birleÅŸmek çoÄŸu kere suça ortak olanların lehinedir. Bu haliyle aslında çok evrensel bir durumu iÅŸaret ediyor film. Ve fakat ki, son sahne ve o sahnede çalınan müzik filmi bu evrensellikten koparıp Türkiye baÄŸlamıyla sınırlandırıyor. SöylenegeldiÄŸi yöreye, topraklara ait öğeler çoÄŸaldığında atasözlerinin veya deyimlerin baÄŸlamının kısıtlı kalması ile, motamot çevirilse bile bir Fransız’ın anlayacağı türden bir söz arasıdaki evrensellik farkı gibi. “Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmazmış” ile “Damlaya damlaya göl olur” farkı gibi.

Filmle ilgili tek sıkıntı Türkiye baÄŸlamında iÅŸaret ettiÄŸi simgesel anlatımı, bahsettiÄŸim o son sahnede gözümüze sokar gibi üzerine bastırması. Filmin bu mesajına çok katılmasam da, fikrini iyi ifade etmiÅŸ, en azından evrensel boyutta düşünülebilecek olanı. Filmle ilgili ÅŸuradaki bir yazıda denildiÄŸi üzere “Is it just us, or does this sound a little too similar to what’s happening back home?” gibi…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Skyfall

Salı, 20 Kas 2012 2 yorum

Bond serisi uzun bir aradan sonra Skyfall ile devam ediyor. Ä°lk zamanlar sarışın Bond olarak pek sevimli gelmeyen, göze batan adam Daniel Craig‘in üçüncü, serinin yirmi üçüncü filmi. Bir serinin nasıl olup da bu kadar devam edebildiÄŸi ve 50.yılında bu kadar ilgi çekebildiÄŸi konusu apayrı bir araÅŸtırma konusu, ki tam da bu konu ile ilgili bir kitap mevcutmuÅŸ zaten (The James Bond Phenomenon: A Critical Reader).

Ä°stanbul’daki görevinde baÅŸarısız olup ortalıktan kaybolan Bond, MI6’nın uÄŸradığı saldırı sonrası tekrar ortaya çıkar. Düşmanın bulunup ortaya çıkarılması gerekiyordur ve bu iÅŸ için en iyi adam elbette ki Bond’dur. Bond’un düşüşü, dönüşü ve geçmiÅŸi ÅŸeklinde özetlenebilecek hikayeyi anlatıyor Skyfall.

Film, Ä°stanbul çekimleri sebebiyle gösterime girmeden aylar evvel ilgi çekmiÅŸti Türkiye’de. Aylar süren çalışmalar, yüzlerce kiÅŸilik ekip, tarihi dokuya zarar vermemek için yapılan çalışmalar, çekimler süresince Kapalıçarşı’daki dükkanları kapatmalar, esnafın zararına karşılık yapılan anlaÅŸmalar filan filmde hepi topu on dakikalık bir yer edinebilmiÅŸ. Ne Türkiye’nin imajına dair kayda deÄŸer bir fikir edinilebilecek çekimler olduÄŸunu, ne de doÄŸulu bir imaj çizildiÄŸini düşünüyorum.

Yalnız Ä°stanbul’da baÅŸlayan kovalama sahnesinin tren yolları boyunca devam edip biraz sonra Adana’daki bir köprüye varması insana aynı soruyu tersten sordurtuyor. Olayın ilerleyiÅŸi bakımından Ä°stanbul olması beklenen yerlerin Ä°stanbul’la uzak yakın alakası ve coÄŸrafi hiç bir benzerliÄŸi olmadığı gibi ise Paris, Newyork, Londra vs. ÅŸehirlerde çekildiÄŸi düşünülen sahneler, vay gençliÄŸin zihnindeki haritalara.

Bozuk saat Hıncal Uluç filme dair doÄŸru bir tespitte bulunarak filmde Bond filmlerinden beklenen entrikaları, casusuluk hilelerini, ÅŸaşırtan ajan materyallerini, özgün aksiyon sahnelerini filan bulamadığını söylemiÅŸ. Tespit yerinde. Hatta bu açıdan bakıldığında veya filme bu beklentiler yüklendiÄŸinde, baÅŸarısız olarak bile adledilebilir. Lakin yönetmen Sam Mendes kendince bir yorum katmış seriye. Ki iyi de etmiÅŸ. Ana karakterleri daha net çizmiÅŸ mesela, diyaloglara aksiyon-macera türü bir filmde kolay kolay rastlanmayacak kadar özen göstermiÅŸ, kliÅŸelerden olabildiÄŸince kaçınmış, Bond’un ve serinin geçmiÅŸine gayet yerinde göndermeler serpiÅŸtirmiÅŸ, bildiklerimizden farklı olarak Bond karakterinin insani yönlerini ön plana çıkarmış (yazının sonundaki linkte bunun daha detaylı izahı mevcut). Ve bir de Bond’un karşısına daha sıkı, daha zeki, daha iddialı söylemleri ve temelleri olan bir karşı kiÅŸi (antagonist) yerleÅŸtirmiÅŸ. Bu tezat üzerinden iki karakteri daha net ifade etmiÅŸ. Hatta anlatılan fare hikayesi filmin teması ile epeyce bir örtüşüyor.

james bond & raul silva

Anti kahraman ise Javier Bardem. Åžu yakışıklılığı filmden filme siyah ile beyaz gibi deÄŸiÅŸebilen adam, bu kez olabildiÄŸince çirkin ve No Country For Old Men‘deki karakteri andıran haliyle, karakteri gayet iyi canlandırmış. KarşılaÅŸtırmak doÄŸru gelmese de Batman’deki Joker veya Batman – The Dark Knight Rises’daki Bane karakterini andırdığı söylenebilir.

Sadece Pierce Brosnan‘lı seriye yetiÅŸebilmiÅŸ nesil olaraktan sarışın Bond’a alıştık galiba artık, hatta pek de bir oturmuÅŸ gözüktü gözüme. Kanımca Skyfall Daniel Craig’in oyunculuk açısından ustalık eseridir. Bu arada iki Bond filmi için daha anlaÅŸması bulunuyormuÅŸ kendisinin. Bekliyoruz.

Filmin jeneriÄŸinin en az film kadar güzel olduÄŸunu, Adele‘in seslendirdiÄŸi ve hatta bu yazıyı yazarken öğrendim ki aynı zamanda bestelediÄŸi Skyfall ÅŸarkısının filme ayrı bir güzellik kattığını da söyleyeyim.

Farklı, beklentilerin dışında ve güzel bir Bond filmiydi Skyfall. Son olarak Hasan Bülent Kahraman‘ın filme ve Bond serisine dair, benim de faydalandığım güzel yazısını iÅŸaret ederek bitireyim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,

Gergedan Mevsimi (Fasle Kargadan – Rhino Season)

Cumartesi, 03 Kas 2012 2 yorum

İran’daki İslam devrimi sonrası tutuklanan ve 30 yıl hapis yatan İranlı şair Sahel Farzan’ın özgürlüğüne kavuştuktan sonra eşini aramak için İstanbul’a gelişinin hikayesini anlatıyor Gergedan Mevsimi.

Film Sahel Farzan‘ın ÅŸiirleri eÅŸliÄŸinde, Ä°stanbul’da çekilmiÅŸ. Bir nevi ses ve görüntü fonu oluÅŸturmuÅŸlar. Ä°lk bakışta siyasi-politik içerikli gibi dursa da hikayenin baskın tarafı Monica Belluci, Yılmaz ErdoÄŸan ve Behrouz Vossoughi‘den hasıl bir aÅŸk üçgeni. Hatta düpedüz romantik dram dersem yanlış olmaz. YeÅŸilçam’da bir dolu benzer hikaye mevcut.

Her mevzu bahis olduÄŸunda eleÅŸtirdiÄŸim, sinemadan ziyade fotoÄŸrafçılık ile uÄŸraÅŸmasının daha yerinde olacağını söylediÄŸim Nuri Bilge Ceylan‘ın bir diÄŸer türü vardı perdede bu kez. Kendisinin diÄŸer filmlerini bilmiyorum, izlediÄŸimde fikrim deÄŸiÅŸir mi bilmiyorum, ama bu filmi itibari ile bende uyanan Bahman Ghobadi kiÅŸisi de sinemayı bırakıp sürrealist resime vermelidir kendini. Kullandığı üslubun sinema sanatı baÄŸlamında bir yeri yok. Elbette ki sinemada metafor(sembol,mecaz) kullanmak deÄŸil karşı çıktığım ÅŸey. Bu kadar savruk ve bu kadar fazlaca kullanmak, üstelik film bu kadar duraÄŸan ve silik bir akışa sahipken. Ä°zleyiciyi soyutlayıp, hikayeden koparmış olduÄŸun ve bütün diyalogsuzluÄŸunla hikayeyi hepten zora soktuÄŸun yetmezmiÅŸ gibi bir de çapraz ateÅŸe tutar gibi her sahnede, her çekimde metafor yaÄŸmuruna maruz bırakmak fena halde anlamsız ve çirkin gözüktü gözüme. Bu iÅŸin, sinemada metafor kullanmak iÅŸinin yerinde, zekice, güzelce ve anlamlı bir ÅŸekilde yapıldığı filmlere örnek olarak The Thin Red Line, Rear Window, Zelig, Big Fish, Edward Scissorhands vs. verilebilir.

Hani “Ä°ddialı olmanın gülünç olmak gibi bir de riskli tarafı vardır” denir ya;

Sinemada metaforlara bu kadar sırtını yaslamak iddialı bir ÅŸeydir. Ãœstesinden gelinip de, görüntülere, hikayeye, karakterlere ve sair film öğelerine dahil edilerek anlamlandırılabilirse hakikaten bir sanat eseri çıkabilir ortaya. Aksi durum yukarıdaki sözde olduÄŸu gibi gülünç olarak da ifade edilebilir, çapsızlık olarak da, basitlik olarak da…

Hani bir de “Aradığını bilmeyen bulduÄŸunu anlayamaz” denir ya;

Yönetmenin gösterdiği ve anlattığı şeyler zaten yetersiz ve muğlakken, çocukken bulmacalarda kalemi elimize alıp birleştirince ortaya ne çıkacak acaba dediğimiz o noktalardan hiçbirisini dahi koymamışken perdeye, bir de bir şeyler bulmamızı, çıkarsamamızı, çözümlememizi ister gibi, ne anlattın ki ne anlayayım gibi, cevabı aranan sorunun kendisinin külliyen yanlış olması gibi.

Yoksa su içinde ters dönmüş bir gergedandan, arabanın içine girmiÅŸ bir at kafasından, gökten yaÄŸan kaplumbaÄŸalardan, havuzlu bir villanın arkasındaki fabrika bacasından, sülük leÄŸenine fırlatılan fotoÄŸraftan metafor devÅŸirmek iÅŸ deÄŸil…

Yine de Yılmaz ErdoÄŸan’ın hakkını yemeyeyim. OlmuÅŸ. Hiç deÄŸilse filmin bütün bütün sırıtan duruÅŸu içinde, bilmiyorum belki de uzaklarda bir yerlerde tanıdık bir yüz görmenin ferahlığındandır sadece, inandıran bir oyuncu olabilmiÅŸ. Onun haricinde diÅŸe kemiÄŸe dokunur bir bahis konusu yok filme dair.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

To Rome With Love (Roma’ya Sevgilerle)

PerÅŸembe, 04 Eki 2012 2 yorum

Bir filmi hakkında böyle bir yazı yazacağımı düşündüğüm adam değildi kendisi, Woody Allen. Son filmi To Rome With Love, çoğunlukla olduğu gibi yazıp, yönetip, oynadığı ve Manhattan, Midnight in Paris veya Vicky Cristina Barcelona gibi bir şehri başrole taşıdığı filmlerinden. Ki dilerim ölmeden bu seriye bir de içinde İstanbul geçen bir film ekler.

Film dört farklı hikayeyi barındırıyor. Woody Allen’ın da içinde bulunduÄŸu hikaye, Amerikalı turist bir kız ile Ä°talyan bir gencin arasında baÅŸlayan aÅŸkın ve daha ziyade ailelerinin tanışmasının hikayesi. Ä°kincisi bir orta direk vatandaşın şöhret hikayesi. Ki bu hikayede Ä°talyan medyasına büyük bir gönderme olsa gerek. Bu kadar aptal bir medya göstermenin baÅŸka bir izahı olamaz. Üçüncüsü evlenmek üzere olan bir çiftin birbirlerini aldatma hikayeleri. Dördüncüsü de, ki asıl ve en ilginç olan hikaye, mimarlık okuyan bir gencin kız arkadaşının uçuk, entel veya en azından öyle gözüken arkadaşına aşık olmasının hikayesi.

İçinde birden çok hikayenin paralel olarak anlatıldığı benzer filmlerden görüp de öylesi bir beklenti içinde girdiÄŸimiz gibi hikayeler bir noktada birleÅŸmiyor. Birbirlerinden habersiz olarak sadece seyircinin bildiÄŸi bir ortak noktaları da yok. Ä°lla da böyle bir ortaklıkları, kesiÅŸim noktaları olması da gerekmiyor zaten. Yalnız yine de film içinde bir bütünlük oluÅŸturması gerek, bir anlam bütünlüğü ifade etmeli en azından. Birbirinden tamamen farklı, derdi tasası ayrı, her birinin içine aÅŸk ve Roma serpiÅŸtirilmiÅŸ bambaÅŸka hikayeler. Birinde aÅŸk, birinde aldatma, birinde şöhret, birinde kültür farklılıklarının baskın unsur olduÄŸu hikayeler. Sanki dört filmi tek film çatısı altında toplamak gibi bir kastı varmış gibi. Bir roman olduÄŸunu sandığınız ama okuyunca ayrı ayrı hikayelerden, anlatılardan oluÅŸtuÄŸunu gördüğünüz kitap gibi. Ya da köşe yazılarının derlenip toplandığı kitap gibi. Gibi gibi…

Ä°ÅŸlediÄŸi konular üzerine, aÅŸk üzerine söyleyip anlatabildiÄŸi, gösterebildiÄŸi çok farklı veya sarsıcı bir ÅŸeyi yok filmin. Woody Allen tarzı, kahkahaya boÄŸmayan, ama gülümseten türde yerli yerinde espriler, ÅŸakalar filmin tadı tuzu olmuÅŸ. Bir de filmin müziklerinin anlatım sürekliliÄŸine katkısı olmuÅŸ, eÄŸlenceli ve tempolu bir hava vermiÅŸ. E tabi bir de Roma…

The Social Network‘deki Mark Zuckerberg rolü ve Mark Zuckerberg’e olan fiziksel benzerliÄŸinden dolayı akıllarda böyle yer eden Jesse Eisenberg, güzelliÄŸi hiç bir ÅŸekilde süs, abartı, ÅŸatafat gerektirmeyen ve ne zaman böylesi bir makyaj ve kostüm gerektiren bir rolde görsem hayıflandığım Penelope Cruz, ve artık yaÅŸlanmış olsa da her zamanki bildiÄŸimiz mimikleriyle, nevrotik, takıntılı adam Woody Allen oyunculuklarıyla filme deÄŸer ve tabi seyir zevki katmışlar.

Bu arada filmde bahsi geçen terim “Ozymandias Melancholy” ÅŸurada söylendiÄŸine göre Woody Allen’ın Stardust Memories‘i çekerken icat ettiÄŸi bir terimmiÅŸ. Ä°ngiliz bir ÅŸairin ÅŸiiri imiÅŸ Ozymandias. Aynı zamanda II.Ramses’in Yunancadaki karşılığı. Kralın yaptırdığı devasa bir heykelin üzerinde Türkçe’ye ;


Ben Ozymandias’ım, krallar kralı
Åžu yaptıklarıma bak; sen, güçlü olan, ve ümitsizliÄŸe kapıl!”

ÅŸeklinde çevirilen Kral’a ait sözler ve bunların devamında da;


“Oysa geriye hiçbir ÅŸey kalmamıştır, gezin çürümüş
O devasa harabeyi, uçsuz bucaksız ve çıplak
Yalnız ve dümdüz kum alabildiÄŸine uzanır”

dizeleri geliyor. Velhasılıkelam; ÅŸair “bütün ihtiÅŸamına, gücüne, baÅŸarına raÄŸmen dünyada yoksun artık, hiç bir ÅŸekilde hem de, dünya sana kalmadı” demeye getiriyor: ) “Ozymandias Melancholy” de sanırım bu durumun, bu fanilik, gelip geçicilik hissinin zaman zaman insanı içine sürükleyebildiÄŸi melankolik ruh halini ifade ediyor.

Bir Woody Allen sever olarak çok da izlenilebilir diyemem, ki üzücü bir durum. Ama yine de film sinemanın eÄŸlence misyonunun üstesinden gelmiÅŸ. Romantik komedi türünde sürüsüne bereket vasat ve altı, kötü ve daha kötüsü, berbat ve ötesi film, sürüsüne bereket giÅŸe yaparken, kanımca To Rome With Love izlenebilir olanlar tarafında yer alır yine de…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail