ArÅŸiv

‘Sinema’ kategorisi için arÅŸiv

Broadway Danny Rose

Çarşamba, 08 Ağu 2012 Yorum yapılmamış

Broadway Danny Rose


Woody Allen‘ın çok da kıymeti bilinmemiÅŸ filmlerinden bir tanesi olduÄŸunu anladım izledikten sonra. Kıymetinin bilinmediÄŸi IMDB’de kullanılan oy, yapılan yorum ve kritik sayısından, tabi bir de Google’da filmi arattığınızda özgün içerikli pek bir sonuç gelmemesinden belli.

Film Danny Rose adında bir menajerin başına gelen komik ve bir o kadar trajik bir hikayeyi anlatıyor. Dolayısıyla trajikomik. Film bir lokantada eskilerden konuÅŸan bir grubun Danny Rose’a dair anlattıkları küçük komik hikayelerle baÅŸlıyor. Sonrasında esas hikayeye geçiliyor. Danny Rose orta halli bir menajerdir. Danny’nin menajerliÄŸini yaptığı üst düzey bir yıldız veya sanatçı da yoktur. Ve beraber çalıştığı sanatçılardan bu orta halin üzerine çıkacak gibi olanlar, kendilerine sınıf atlatacaklarını düşündükleri yeni bir menajer ile yollarına devam etmektedirler. Tipik bir kaybedendir Danny Rose. MenajerliÄŸini yaptığı Lou Canova adında yıldızı parlayan ve sınıf atlamak üzere olan ÅŸarkıcı ile onun sevgilisi Tina Vitale arasındaki iliÅŸkiye dahil olan Danny Rose hayatının macerasını yaÅŸar.

Hikayenin trajikomikliÄŸi filmin sonuna doÄŸru dinleyenlerden birinin esas hikayeyi anlatan adama “Bu hikayenin komik olması gerekmiyor muydu ?” diye sorulan soruda gösteriyor kendini. Ve Danny Rose’un filmde bilmem kaç kere tekrar ettiÄŸi ikircikli, kaygılı ve biraz paranoyak replik “Bu kavram kargaÅŸasına bir açıklık getirebilir miyim ?” aslında Woody Allen’ın kendi kiÅŸiliÄŸi ile Danny Rose karakterinin birbirine ne kadar benzediÄŸini de gösteriyor gibi. Filmlerine kendi hayatından ve karakterinden çokça ÅŸey dahil eden Woody Allen’ın “Manhattan” ile beraber kendini en çok iÅŸaret ettiÄŸi filmiymiÅŸ gibi geldi bana. Hikayenin komedi unsurları ise tam olarak Woody Allen’ın kendine has espirilerinden oluÅŸuyor. Kahkahaya boÄŸmayan ama içten gülümseten zekice espiriler. (Artistlik olsun diye deÄŸil, hakikaten öyle : ) )

Filmin müzikleri arasında özellikle Lou Canova karakterinin seslendirdiÄŸi “Agita” çok sevimli bir ÅŸarkı. Enstrümental versiyonları da filmin içinde de sık sık kullanılmış. Ayrıca film En Ä°yi Yönetmen ve En Ä°yi Senaryo dallarında Oscar’a aday da olmuÅŸ. Kazanamamış gerçi, olsun ziyanı yok, gönlümüzde yer etmiÅŸtir. Kendine has senaryosu, dolu dolu diyalogları ile izlemeye deÄŸer, hatta tekrar izlenebilecek filmlerden. Ayrıca filmin içindeki nostalji havasına uygun olarak siyah beyaz çekilmiÅŸ olması gayet yakışık almış.

Bu arada dipnot olarak geçeyim. Filmden ilginç iki detay; “Turkish pillows” ve “Turkish whorehouse” tabirleri. Hadi yastıkları anladık da genelevlerinin Türk oluÅŸunun nesine atıfta bulunulduÄŸuna dair bir fikir edinemedim. Türkçe altyazıda “Turkish whorehouse” için “harem” karşılığının kullanılması da apayrı bir dengesizlik örneÄŸi.

Nihai olarak, izlenilebilir hatta izlenilsin…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Fetih 1453

Pazar, 25 Mar 2012 2 yorum

Yıllardır her sinema muhabbetinde sıra Türk sinemasının henüz el atmadığı Osmanlı tarihine dair meselelere gelindiÄŸinde “Ä°stanbul’un fethini neden çekmez ki bizimkiler” benzerinde sitemlere konu olan Ä°stanbul’un fethi nihayet sinemaya aktarıldı. Sırf adı bile büyük büyük beklentiler meydana getirdi tabi ki. Heyecanlandık filan hani. “Neden olmasın” a geldik.

Ve fakat ki filmi izledikten sonra “neden olsun ki” ye döndüm ben. OturduÄŸum yerden filmi yerden yere vurabilirim. Vurasım da var aslında. Lakin ki en nihayetinde ortaya konmuÅŸ büyük bir emek ve ciddi bir cesaret gerektiren giriÅŸim var. Bende uyandırdığı kötü izlenimlere bu emeÄŸe ve giriÅŸime olan saygımdan dolayı biraz ket vuruyorum. Tabi bir de Türk sinemasına Hollywood sinemasından baÅŸka sinema tanımayan elitist tavırla yaklaÅŸmak istemiyorum hadiseye.

Film Ä°stanbul’un fethi öncesi yapılan askeri ve siyasi hazırlıklar ile baÅŸlayıp, devam edip, fetih ile sonlanıyor. Olay Fatih Sultan Mehmet ve Ulubatlı Hasan üzerinden hikayeleÅŸtirilmiÅŸ. Araya bir de aÅŸk hikayesi serpiÅŸtirilmiÅŸ. Yapım ve hikaye elverdiÄŸi ölçüde savaÅŸ sahneleri var. Zamanın Ä°stanbul’u ve Osmanlı baÅŸkenti Edirne grafik ortamla bayağı bir desteklenmiÅŸ. Ayrıca bütçesine oranla fazlaca ÅŸehir ve tarihi mekan kullanılmış. Oyuncu kadrosu Ulubatlı Hasan karakterini canlandıran oyuncu dışında öyle pek bilindik isimlerden oluÅŸmuyor.

Öncelikle filmin hikayesinde ciddi sıkıntılar olduÄŸunu söyleyeyim. Bir bütünlük oluÅŸturup, film senaryosu haline gelememiÅŸ. Bölük pörçük. Olayın ana akışın saÄŸlanacağı nokta bir türlü bulunanamış gibi. Fatih penceresinden mi, bir Osmanlı yeniçerisi Ulubatlı Hasan( ki bu da efsane olabilir) penceresinden mi, yoksa çağın siyasi oluÅŸumu açısından mı, fethin Ä°slam alemi boyutu açısından mı baktığını ifade edememiÅŸ. Bunun temel sebeplerinden birisi filme Ä°stanbul’un fethi ile ilgili bilinen ne kadar ortak bilgi ve hikaye varsa dahil edilmeye çalışılması diye düşünüyorum. Efendim iÅŸte gemilerin yürütülmesi, fetih öncesi KaramanoÄŸlu BeyliÄŸi ile yaÅŸanan gerginlik, Fatih’in -o tablolara konu olan- olay sırasında bir ara ciddi bir ÅŸekilde öfkelenip atını denize sürmesi, fetih öncesi Rumeli’ye hisar inÅŸa edilmesi, Ulubatlı Hasan’ın sancağı burçlara dikmesi, AkÅŸemsettin’in Eyyub A.S’ın mezarının yerini bulması, lağımcıların fetih sırasında yaÅŸadıkları, Osmanlı ordusunun son saldırı öncesi cemaat halinde kıldığı namaz, fethin baÅŸarısını borçlu olduÄŸu iki büyük top, Fatih’in fetih sonrası ÅŸehre giriÅŸi, yine Ayasofya’ya sığınmış halka hitaben söyledikleri ve sair…Hepsi mevcut filmde. Hani bu yaklaşım biraz ondan, biraz bundan, biraz da ÅŸundan ÅŸeklindeki ne üdüğü belirsiz bir yemek tarifine benziyor. Ä°ÅŸte bu kadar dallanıp budaklanınca, -popülist ve ticari kaygılardan olsa gerek- hepsini barındırmak isteÄŸi taşıyınca hikaye kalmamış ortada. Ordan oraya tam olarak “atlayan” sahnelerin bir araya geliÅŸinden farklı bir ÅŸey çıkmamış ortaya. Bütün bunların üstüne bir de vay efendim o sırada Vatikan, yok Cenova yok Mora derken hepten dağıtmış kendini.

Hiç bir olay bu kadar geniÅŸ yelpaze ile, her detayı kavrar bir halde sinemaya aktarılamaz diye düşünüyorum. Bir karar vermek, kesip biçmek zorunda kalınır illaki. Aklıma gelen en net örnek ÇaÄŸrı filmi. Dönemin bir dolu önemli vakasının filmde adı bile geçmiyordu. Miraç’tan tutun da, daha evvel eÅŸi benzeri görülmemiÅŸ Hendek Savaşı’na kadar. Veyahut da II.Dünya Savaşı’nı Fetih 1453 gibi çekmiÅŸ bir film örneÄŸini bulamazsınız. Her bir II.Dünya Savaşı filmi olayın bir perdesini, bir penceresini, bir dönemini yansıtır. Zaten öbür türlüsünü ya bir belgeselde ya da bir ansiklopedide bulabilirsiniz.

Ayrıca diyaloglardaki sıradanlık ve özensizlik ayan beyan ortada. Hemen her cümlede döneme dair, veya bir olayı izah eder biçimde bilgiler verme durumu fena halde daraltıcı. Hiçbir tadı tuzu yok söylenenlerin. AkÅŸemsettin gibi bir ÅŸahsiyetin söyledikleri dahi, dizi karakterlerinin 90 dakikalık süreye oynamak maksatlı gevelemelerinden öteye geçememiÅŸ. Artık görmekten içimizin geçtiÄŸi bir dolu ÅŸey tekrar edilmiÅŸ filmde. Birinin bilmem hangi sebepten dolayı bilmem neyden koruyacağına inanarak birine kolye verdiÄŸi sahnede gözlerimi kapadım artık…Filmde ikinci bir dil kullanılmaması da enteresan hani. Ä°nsan bari en son Fatih’in Bizans halkına seslendiÄŸi sahnede o halkın dilinin kullanılmasını bekliyor. Cık. Bütün senaryo günümüz Türkçe’si. Tabi bu da bir tercih, olabilir. Ama madem günümüz Türkçesi ise tercihin, neden araya bir kaç eski Türkçe kelime sıkıştırmaya çalışırsın, neden Fatih’in ÅŸair kiÅŸiliÄŸini göstereceÄŸim diye kimsenin tek kelime anlamayacağı bir ÅŸiiri koyarsın, bilinmez…

Filmden sonra epeyce tartışılan tarihi olayların yanlış aksettirilmesi konusuna gelince, eğer bu aksettirmek işi bir yalana veya bir iftiraya dönüşmüyor ve sadece bir hikayenin film haline getirilirken yaşadığı dönüşümlerden birisini yaşıyorsa, sıkıntı yok kanımca. Yoksa elbetteki hemen her tarihi filmde benzer bir sürü hata veya yanlışlık bulunabilir.

Böylesi bir filmin en önemli taraflarından birisi olan savaÅŸ sahneleri için çok da kötü birÅŸey söyleyemeyeceÄŸim. Hiç fena olmamış. Özellikle surlara doÄŸru yapılan iki büyük saldırı sahnesi ve yakın çekim dövüş sahneleri gayet de baÅŸarılı gözüktü gözüme. Arka planda kalan figüranları görmezden gelirsek olmuÅŸ diyebilirim. Bir ara Spartacus’deki kılıç sahnelerini bile anımsattı. Bir de iki büyük topun hazırlanışının anlatıldığı bölüm de oldukça baÅŸarılıydı. Sorun grafik ortamda oluÅŸturulmuÅŸ uzak plan çekimlerin olduÄŸu sahnelerdeydi. Montajda kesin olarak çıkması gerekecek kadar kötü gözüken sahneler. Hele hele Cenova gemisinin batırıldığı ve Bizans imparatorunun Hipodrom’da halka seslendiÄŸi sahne bilgisayar oyunlarındaki en alt seviye grafik ayarlarındaki ahali görüntülerini hatırlattı. Bir de uzak plan Ä°stanbul ve Edirne görüntüleri türünün örneklerinde gördüklerimizin yanına dahi yaklaÅŸamamış. Biz ki Yüzüklerin Efendisi’ndeki Minas Tiriht’i veya Cennetin Krallığındaki Kudüs’ü görmüş kuÅŸaklarız. Bu açıdan ayağını yorganına göre uzatamamış, iddialı olmak isterken komik duruma düşmüş denebilir.

Tam da burada karakterlerle ilgili bir kaç ÅŸey ekleyeyim. Dönemin önemli isimleri Çandarlı Halil ve Bizans’ın elindeki Fatih’in kardeÅŸi Orhan karakteri berbat bir ÅŸekilde iÅŸlenmiÅŸ ve oynanmış. Yakışıksız olmuÅŸ, komik durmuÅŸ. O nasıl basiretsiz ve dirayetsiz bir sadrazam görüntüsüdür, o ne silik ve yanaÅŸma bir Fatih Sultan Mehmet kardeÅŸidir. BaÅŸarılı olduÄŸunu düşündüğüm dövüş sahnelerindeki Ulubatlı Hasan ile Fatih Sultan Mehmet karakterleri. Ä°nandırmışlar, yakışık almışlar.

En nihayetinde bu tür filmler yapım iÅŸidir, bütçe iÅŸidir. Ne kadar ekmek o kadar köfteye denk gelebilir biraz. Ama yine de metin daha eli yüzü düzgün olabilir. Olayın felsefesi daha usturuplu bir ÅŸekilde anlatılabilir. Hikaye ayakta kalabilir. Oyuncu seçimleri daha iyi olabilir. Aslında bu açılardan bakınca MalkaçoÄŸlu’ndan, Kara Murat’dan çok da öteye geçememiÅŸ olduÄŸunu farkettim ÅŸimdi. Yazık olmuÅŸ.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:

Das Boot ve müzikleri

Cumartesi, 17 Mar 2012 1 yorum

II.Dünya Savaşı filmlerine sardırdım uzun süredir. Ä°zlediÄŸim iki filmden birisi bir II.Dünya Savaşı filmi. Geçen de hemen hemen bütün savaÅŸ filmleri listelerinde tepelerde gördüğüm Das Boot’u izledim. Hani ÅŸu “director’s cut” denilen yönetmenin kendi montajı olan halini. Üç saatten biraz fazlaca. Ki bu üç saat kapalı alan fobisi olanlar için korkulu rüyaya dönüşebilir.

II.Dünya Savaşı sırasında İngiliz savaş ve ticaret gemilerini batırmakla yükümlü bir Alman denizaltısında yaşananlar anlatılıyor. Savaş filmlerine, hele hele II.Dünya Savaşı filmlerine has bir dolu klasiklikten sıyrılmış. Mesela savaşın henüz Almanya aleyhine dönmediği yıllarda Hitler hakkında, Goering hakkında -biraz ihtiyatlı da olsa- ileri geri konuşabilen subayların olduğunu göstermiş. Veya yahudi soykırımı ile ilgili herhangi bir propaganda girişimi yok. İthafta bile bulunmamış. Ya da olmadık kahramanlıklar, olmadık çıkışlar, olmadık komiklikler şakalar yok. Bir savaştaki insan psikolojisinin nasıl olması gerektiğini tahmin ediyorsak öyle. Tamamen insani boyutlarda kalabilmiş, özellikle de mürettebatın ruh halini fena halde gerçek bir şekilde yansıtabilmiş.

Asıl bahsetmek istediÄŸim filmin kendisi ile kusursuz bir ÅŸekilde örtüşen olaÄŸanüstü müzikleri. Hep derim, kimi filmler vardır ki müzikleri filme ortalama beÄŸeni itibariyle en az 1 puan katar. Filmi çivi gibi çakar insanın zihnine. MüziÄŸi ile eÅŸler insan kafasında. Bir kaç örnek vermezsem çatlarım; The Godfather, Star Wars, Amelie, Requiem For a Dream, Last Mohican, Midnight in Paris, Once Upon a Time in America gibi…Sırf müzikleri ile ayakta kalabilen türlere hiç girmeyeyim. Ä°zledikten sonra anladım ki meÄŸer bizim 80 dönemi filmlerde bolca kullanılmış Das Boot müzikleri. Bir kısmı Banu Alkan’lı, Ahu TuÄŸba’lı romantik filmler kuÅŸağını, bir kısmı da hemen her tür filmdeki mafya hesaplaÅŸmalarını, gerilimin arttığı sahneleri hatırlatıyor. Yanlış hatırlamıyorsam Kemal Sunal filmlerinde de kullanıldı bir kısmı. Merak edenler için ÅŸurasını iÅŸaret edeyim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,

Annie Hall , Manhattan ve Woddy Allen

Cumartesi, 25 Şub 2012 Yorum yapılmamış

Geçenlerde peÅŸpeÅŸe izledim Woody Allen’ın yazıp, yönetip, oynadığı iki filmi. Annie Hall ve Manhattan. (Hatta “ustalara saygı kuÅŸağı” tribine girip bugün yine bir Woody Allen filmi Hannah and Her Sisters‘ı izleyeceÄŸim, ama konumuz o deÄŸil : ) ).

Ä°ÅŸledikleri konu, iÅŸleyiÅŸ biçimleri olarak birbirine çok benzeyen, derdi tasası ortak iki film. Hani bir nevi çift yumurta ikizi gibi. Aralarında iki yıl fark var yalnız. Birincisi Annie Hall ile en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini almış. Manhattan da iki dalda aday olmuÅŸ. Annie Hall ile ilgili bir diÄŸer dip not da Wiki’den;

Annie Hall”, 1992 yılında Amerika BirleÅŸik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film ArÅŸivi’nde muhafaza edilmesine karar verilmiÅŸtir.

Manhattan ile ilgili ilginç olansa (ÅŸuradan öğrendiÄŸim kadarıyla) kendisi ile ilgili çekilen bir belgeselde bu filmi hiç sevmediÄŸini, hatta yapımcılara bu filmi yok edip, yenisini bedavaya çekebileceÄŸini söylemiÅŸ olması. Hani evlatlıktan reddetmiÅŸ bir nevi. Gerekçesi kendince hiç de fena sayılmaz; “Hayatımın bu zamanında yapabildiÄŸim en iyi film buysa, bana film çekmem için para ödememeliler”.

Annie Hall Manhattan

Her iki filmin de senaryosu dolu dolu, düşündüren, hayata dair anlamlı birikimlerin eseri olduğu belli olan, peşinden sürükleyen ve alt yazıları takip ederken aklınızı evvelki diyaloglarda bıraktıran türde. Alıntıladığı düşünürlerin, yazarların söylemlerini film içerisine fena halde şık bir biçimde serpiştirebilmiş. Kadın erkek ilişkisini dibine kadar sorgulamış, sonra arada arada da bütün bu sorgulamalara kendi yaptığı müthiş tespitlerle cevap vermiş. Derdini, neyi anlatmak istiyorsa işte onu tam olarak anlatmayı başarabilmiş kısacası. İnsanlığın en büyük gelgitlerinden olan bir meseleyi ele alış şekilleriyle de geçerliliğini hiçbir zaman yitirmeyecek filmlerden olmuşlar.

Kitaplar vardır, filmler vardır hani yazarın, yönetmenin derdini anlatamadığını, evet bir çabası olduğunu hissetsen de anlayamazsın, çekmez seni içine. Veremediği, anlatamadığı bir şeyler olduğu besbellidir. Ya yeterince vurucu değildir, ya fazlaca vurur. Ya eksik kalmıştır kimi tarafları, ya da ipin ucu kaçmıştır. Bu iki film işte tam olarak bunun aksi. Olmuş, yakışmış, döktürmüş.

Hele hele Woody Allen Annie Hall’ un başında ve sonunda kameranın tam karşısına geçip iki küçük hikaye anlatır ki, ÅŸimdi burada söyleyip de izlememiÅŸ olanlara küfretmeyeceÄŸim tabi : ), film o iki ana fikir üzerine seyreder ve biri hayata, diÄŸeri ikili iliÅŸkilere dair müthiÅŸ iki tespittir. Filmin başında ve sonunda net bir ÅŸekilde çizmiÅŸtir aslında çerçeveyi. O iki hikaye arasında dokunmuÅŸtur film.

Sırf beni üzerine bir şeyler karalamaya veya düşünmeye itmiş olmaları, üzerinde konuşacak arkadaş aratıyor olmaları dahi yeterlidir kanımca. Filmlerin detaylı analizini teknikçi arkadaşlara bırakıyorum : ) İçim ferah bir şekilde tavsiye edebilirim. İzlenilsin efendim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,

Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm

Cuma, 11 Kas 2011 1 yorum

behzat ç seni kalbime gömdüm

Merakla bekliyorduk. Nihayet gösterime girdi, geçen hafta izleyebildim. Gayet de keyifliydi bir Behzat Ç. sever olarak. Sinemanın en temel beklentilerinden biri olan eğlence kısmını fazlasıyla yerine getirmiştir benim için. Eğlendim hani.

Amma lakin ki film olarak deÄŸerlendirince o kadar da olumlu yaklaÅŸamıyorum. EleÅŸtiri getirebileceÄŸim bir sürü nokta var. Birincisi bir sinema filminden çok, dozu arttırılmış bir dizi bölümü tadı verdi. Peki sinema filmi olarak ne gibi farklılıkları olmalıydı dersek bir kere karakterler diziyi tanımayan izleyiciye daha iyi tanıtılmalı ve anlatılmalıydı. Bodoslama dalınmış gibi, birbirini takip eden bir üçlemenin orta yerinden dalmak gibi. Ne ana karakter Behzat’ın neden böylesi bir ruh haline, böylesi asi ve köşeli bir duruÅŸa sahip olduÄŸuna, ne Harun’un nasıl bu kadar “odun” bir tip olabildiÄŸine, ne de Akbaba’nın tamamen kendine has kiÅŸilik yapısına dair bir anlatım göremedim. Zaten biliniyor edasında ve rahatlığında diziden biraz daha uzun ve yapım olarak biraz daha hallice, o kadar. Argo ile karıştırılıp küfür ile sunulduÄŸunda çoÄŸu izleyiciye komik gelecek espriler çoÄŸaltılmış, hatta küfür dozu abartıya kaçıp çoÄŸu kere gereksiz bir hovardalık katmış filme. Bu haliyle de önemli bir izleyici kitlesini kaçırmış olduÄŸunu düşünüyorum.

Bir de malum Behzat’ın halüsinasyonları var tabi. Hem Behzat’a dair bu kadar az söyleyip hem de her üç sahnenin arasına kızı ile ilgili bu tip halüsinasyon görüntüleri sokuÅŸturmak fena halde manasız geldi gözüme. Kızı kimdir, necidir, nasıl bir baba-kız iliÅŸkisi vardır aralarında, ne olmuÅŸtur ne bitmiÅŸtir, kızının ölümü neden bu kadar büyük bir travma etkisi yapmıştır Behzat üzerinde ? Cevap ? Yok. Seyirciye sorma jokerini kullanmış arkadaÅŸlar.

Ä°ki kelam da kendini sevdiren dizilerini siper alarak oradan bir ÅŸeyler devÅŸirmeye niyetlenen film yapımcılarına etmezsem içimde kalır. ArkadaÅŸ dizinizi, karakterlerinizi, diyaloglarınızı sevmiÅŸ olmamız bize bunun bir benzerini sinema filmi olarak iteleyebileceÄŸiniz anlamına gelmez ! Yok illa da iki sezon arasına baharat hesabı bir film sıkıştırmak istiyorsanız daha kaliteli iÅŸler yapmanız gerekir. Diziyi izlememiÅŸ kitleyi bu kadar hiçe saymamalısınız mesela. Mesela kurgularınız, hikayeleriniz dizidekinden daha saÄŸlam olmalı, daha inandırıcı ve daha az karikatürize edilmiÅŸ olmalı. Ya da daha bizden, daha özgün bir hikaye olmalı anlattığınız, Hollywood filmlerinden araklama deÄŸil. Karakterlerinizi Cem Yılmaz’ın malum esprisi gibi “şöyle şöyle oluyor aslında ama burda yapılmışı var” türü bir anlayışla sunmamalısınız ya da.

Bütün bunlara raÄŸmen diziyi izlememiÅŸ kitlenin yorumlarını merak ediyorum. Zamanla göreceÄŸiz artık…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

The Lord Of The Rings Üçlemesi

Cumartesi, 01 Eki 2011 1 yorum

the lord of the rings

Ä°lk izlediÄŸimden beri tekrar izlemekti aklımdaki. Şöyle serinin üç filmini arka arkaya. Nihayet yapabildim. Aklımda tam olarak ihtiÅŸam kelimesi ile eÅŸlemiÅŸtim “Yüzüklerin Efendisi” serisini. Biraz “Indiana Jones” serisini macera ile, “GeleceÄŸe Dönüş” serisini hayal kelimesi eÅŸlemiÅŸ olmam gibi. Tolkien‘in hayal gücüne, nasıl olup da bu kadar farklı varlığı, nesneyi, miti kafasında oluÅŸturabilip, bütünleyebildiÄŸine ve tabi aynı zamanda bunu sinemaya yansıtan Peter Jackson abimize hayran olmamak elde deÄŸil. Bir film olarak niteleyince sanki birÅŸeyler eksik kalıyor gibi. Bir destan, bir hayal gibi. Tam olarak “bir bambaÅŸka dünya”. Bir gün gelir ötesi yapılabilir mi bilmiyorum, ama daha iyisi yapılana kadar en iyisi kesinlikle bu.

Filmin her bir sahnesi, her bir karesi üzerinde yoÄŸun çalışıldığını kesin bir ÅŸekilde belli ediyor. Dekorlar, kıyafetler, müzikler, kullanılan savaÅŸ aletleri, makyaj, ve sair. Tasarlanan ÅŸehirler hakikaten müthiÅŸ bir hayal gücünün ve tabi en nihayetine saÄŸlam bir prodüksüyonun ürünü. Hobbit diyarı Shire, bir güzel Elf diyarı Rivendell ya da insan ırkının yaÅŸadığı ÅŸehirlerden Minas Tirith hakikaten insanda cennet algısını uyandıran ÅŸehirler. “Böyle mi lan acaba” diyerek ahirete göçme arzusu uyandırıyor neredeyse. Kareleri durdurup, durdurup iç çeke çeke izlenecek kadar.

SavaÅŸ sahnelerinin bu kadar daha iyi çekildiÄŸi baÅŸka herhanbi bir film de hatırlamıyorum. Belki bir tek Cennetin Krallığı yaklaÅŸabilmiÅŸtir böylesi bir gerçekliÄŸe. Hani o kadar gerçekliÄŸe, ya da daha doÄŸrusu gerçeklik hissine yaklaÅŸtırıyor ki sizi o an elinizde bir Elf yayı olsun istiyorsunuz, ya da Ork’lara saplanan her oktan keyif alıyorsunuz. Filmdeki favori savaşım korkuyu, kaygıyı ve cesareti sonuna kadar hissettiren MiÄŸferdibi Savaşı. Hele ki Gandalf Rohan’a destek için topladığı süvariler ile beraber tepenin sırtlarından aÅŸağı doÄŸru inerken bir tek “Allah Allah” nidaları eksikti o süper sahneyi tamamlamak için : ))

Bu arada Viggo Mortensen ancak bu kadar yakışıklı, Liv Tyler da ancak bu kadar güzel olabilirdi sanırım. Hani filmin uyandırdığı o ihtiÅŸam havası içerisinde Cate Blanchett bile gözüme ayrı bir güzel gözüktü : ) Sonra bir de altyazı izlediÄŸimizde kaybettiÄŸimiz birÅŸey olduÄŸunu farkettim; Türkçe düblajdaki müthiÅŸ Gollum seslendirmesi. Kim seslendirdi çok merak etttim, ama süper. Kaypak Frodo’ya iki laf çakmazsam içimde kalır. ArkadaÅŸ bu kadar orası burası oynar mı bir insanın, bir kahraman bu kadar mı etki altına almaya müsait olur, az delikanlı ol, az Sam’den adamlık gör daa : )) “I can’t carry the ring, but i can carry you” dediÄŸi an efsane içinde efsane olmuÅŸ çıkmıştır Sam. Forza Sam !

Birinci film The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring’in bütçesi 93 milyon dolar hasılatı 870 milyon dolar , ikinci film The Lord of the Rings: The Two Towers’in bütçesi 94 milyon dolar hasılatı 920 milyon dolar, üçüncü The Lord of the Rings: The Return of the King’in -ki son film aynı zamanda tüm zamanların en çok giÅŸe hasılatı yapan 4.filmi- bütçesi 94 milyon dolar hasılatı 1 milyar 118 milyon dolar. Lafı uzatmaya gerek yok para parayı çekiyor arkadaÅŸ : )

Filmin senaryosundan bulduÄŸumu düşündüğüm saçmalık veya eksikliklere bakarken imdb’de filmle ilgili sık sorulan sorular bölümünü buldum. Åžurada epeyce bir sorunun cevabı verilmiÅŸ. Mesela “Ulen Frodo efendi madem yapılabiliyordu da neden bir kartalın sırtına atlayıp gitmedi ki Mordor’a” ÅŸeklinde sorduÄŸum soruyu daha evvel Why didn’t Frodo just fly on an eagle to Mordor? baÅŸlığı altında birileri sormuÅŸ. Tabi cevaplar hala yüzeysel gelebilir, yeterince tatmin etmeyebilir. Yapılacak iÅŸ filmin bende uyandırdığı heves üzerine üçlemenin kitaplarını okumak. Nedir ne deÄŸildiri öğrenip, Tolkien’in Orta Dünya’sını tanıyıp ondan sonra oturup daha bir yakın gözle seriyi baÅŸtan izlemek.

Son olarak üçlemenin öncesini oluÅŸturan Hobbit kitabını da sinemaya aktarıyormuÅŸ Peter Jakcson. Ä°ki bölümden oluÅŸan filmin ilki The Hobbit: An Unexpected Journey 2012’nin sonuna doÄŸru gösterime girecekmiÅŸ. Merakla bekliyoruz artık, ne diyelim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Behzat Ç.

Pazar, 19 Haz 2011 Yorum yapılmamış

Kulaktan kulaÄŸa, arkadaÅŸtan arkadaÅŸa derken sanırım ÅŸu anda memleketin en çok izlenen dizilerinden birisi oldu çıktı. Herhangi bir dizi için televizyon başına oturmuyorum uzun zamandır. Denk geldiÄŸim olursa izler haldeydim. Ta ki “Bir Ankara polisiyesi Behzat Ç.” yi kardeÅŸimin dürtmesiyle bir kaç kere izleyene kadar. Karakterlerin bu kadar halkın içinden, halkın aÄŸzıyla ve halkın kelimeleri ile konuÅŸtuÄŸu baÅŸka bir dizi henüz görmedim. Sanki diÄŸer bütün diziler baÅŸka baÅŸka memleketlerde çekiliyormuÅŸ da, oraların hali ahvali anlatılıyormuÅŸ gibi geldi. Bir dizide en önemli ÅŸeydir belki de karakterlerin adam akıllı ve ince ince iÅŸlenip ortaya konması. Bir de iÅŸin polisiye ve gerilim tarafı sıkı örülmüş. Hiç bir sığlık görmedim henüz. DiÄŸer bir ton dizide gördüğümüz hani ÅŸu yoldan çevirip oynatılmış gibi duran figüranlara, bölüm oyuncularına da rastlamadım. DiyeceÄŸim o ki olmuÅŸ, bayağı bir olmuÅŸ. Hele ki “Arka Sokaklar” gibi bir polisiyeyi gördükten sonra “Behzat Ç.” Åžahin’den inip Mercedes’e binmek gibi oldu. Ä°zlenilsin efendim..

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler: